1986 yılında İstanbul'a üniversite eğitimim için çıkmıştım memleketimden. Babacığım hiç istemiyordu İstanbul'a gitmemi ama ben biliyordum ki, İstanbul benim hayatımı çok değiştirecekti. Babam kendince sebeplerle haklıydı, ben de içimden gelen çağrılara kulak vermeyi öğrenmeye başlamıştım, sezgilerim, rüyalarım bana yol gösteriyordu ve Evet İstanbul benim hayatımı çoook değiştirdi, amma velakin ben de Ona uyum sağlamak ve İstanbul'un nimetlerinden yararlanmak için çok emek verdim. Eğer bir şeye emek verirseniz Evren de sizi alkışlıyor. Bu cümlenin o zamanlar çok farkında mıydım bilmiyorum, ama bugün bu cümleyi kurabiliyorum. Seksenli yılların son çeyreğinde Yol Yayınları ile tanıştım, o yayınevinden çıkan kitaplar çok ilgimi çekiyordu, Budizm, Hinduizm ile tanışmam o zamanlara denk gelir.
Bir yandan gece çalışıp gündüz okuluma gidip eğitim ve meslek hayatımı sürdürüyordum diğer yandan ruhumun seslerine kulak verip beni çağıran ilgi alanlarına zaman yaratmaya çalışıyordum. Hırslıydım, öğrenmeye olan merakım sonsuzdu, ve İstanbul bu açgözlülüğümü çok besliyordu. Her anlamda hayatı büyük bir aşkla içime çekiyordum. Çünkü küçük bir ege köyünde dünyaya gözümü açmıştım, okumak ve öğrenmek hayattaki en büyük aşkımdı. Eğitim yıllarım 12 Eylül darbesinin baskıcı yönetimlerinin ve okunmaması için üzeri siyahla boyanan gazetelerin çıktığı sansürlü dönemdi. Kitaplar yasaklı ve toplatılmış, ileri görüşlü bütün öğretmenler içeri alınmış, bilgi kaynaklarım darbelenmiş yani.
İstanbul benim için cennetti, ve ben içine balıklama dalıyordum bu cennetin. Bu cennette fotoğraf, edebiyat, resim, müzik, sinema, tiyatro, kültür, tarih, bilgi, kitap fuarları, karikatür sergileri, lezzetler, gezi, mesleki, sendikal ve insan hakları mücadelesi gibi daha bir çok şey vardı. Fotoğraf çekmek lise yıllarımdan beri hevesimdir. Fotoğraf sergilerinin birinde ya da belki de okuduğum Atlas dergisinde net hatırlamıyorum, görüyorum sarı otobüsle Hindistan yolculuğunun fotoğraflarını. Ve evet bir gün gideceğim Hindistan'a en çok arzu ettiğim de o sarı otobüsle gitmek. Lakin ne param ne de çalışma hayatım buna imkan vermiyor. Gidemiyorum, imkanlarım olgunlaşınca da sarı otobüs yolculuğu sonlanmıştı çoktan. Diyebilirsiniz ki, madem bu kadar çok istiyordun neden erteledin? Hayatımızı seçimlerimiz belirliyor ya, benim önceliğim hayatımı güvenli kılmak, sorumluluklarımı yerine getirmek olmuş, bugünden geriye dönüp baktığımda daha iyi anlıyorum şimdi.
Biraz uzuun bir girizgah oldu, ama bunu anlatmasam eksik bir hikaye olurdu Hindistan gezim.
2002 de Brahma Kumarisle yoga meditasyon için gitmiştim Hindistan'a, o seyahat çok farklı idi, benim görmek istediğim şehirleri görememiştim. Brahma Kumaris Organizasyonunun merkezi olan Mountabu ya gitmek için Mumbai, ve Ahmedebada uğramıştık. İlk kez okyanusu Mumbai de görmüştüm. Hindistan hakkında bir fikrim olmuştu o seyahatte. O seyehatten aşram hayatı dışında hatırladıklarım çok az. Hafızamda Mumbai ile ilgili resimler var bir de Dilwara tapınağının muhteşem mermer oymaları kalmış aklımda. O zaman şöyle nitelendirdiğimi hatırlıyorum Hindistan için: " bir kadın düşünün, hani yaşı seksenine gelmiş ama zarif, ama güzelliğinden hala izler taşıyan, duruşunu davranışlarını izlediğinizde, kendi kendinize şöyle dersiniz ya acaba gençliğinde nasıl güzeldi acaba diye düşünürsünüz ya, işte Hindistan bana öyle görünmüştü o gün gözüme. Sömürge öncesi kim bilir nasıldı diye düşünmüştüm.
Ve işte nihayet, benim hayalini kurduğum rotayı yüzlerce defalarca gitmiş bir rehberle, Zafer Bozkaya'nın gurubuyla yola çıktım Ekim ayında. Nisan ayındaki İran seyahatimi de yine onun gurubuyla gerçekleştirmiştim. Bu coğrafyayı neredeyse avcunun içi gibi bilen biriyle yola çıkmanın rahatlığını biliyorum. Okumak isterseniz 'Bir önceki Tarifsiz Ülke İran' yazıma bakabilirsiniz.
Bu sene benim için çok zorlu geçti, Hayatımın iki önemli erkek figürü hayata veda etti. Bir yıl içinde iki ölümü birden yaşadığınızda, hayatın hiç ama hiç ertelenmeye gelmeyeceğini çok daha iyi öğreniyorsunuz. İşte ben de o hayalini kurduğum coğrafyalara doğru yola çıktım. Ben hayalini kurduğum altın üçgen diye adlandırılan klasik kuzey Hindistanı hayal ederken, hayat bana Himalayaların doğusunu da hediye etti. Kuzey Hindistan gezimi iki ayrı tur bölgesini arka arkaya ekleyerek gerçekleştirdim. 4-31 Ekim arası Hindistandaydım.
ilk tur Darjelling, Sikkim Özerk Bölgesi ve Kalküta'yı kapsıyordu. Darjelling ve Sikkim dağlık bir bölge, Himalayaların doğu tarafı, başı gökyüzünü tutmuş ağaçların, şelalelerin, nehirlerin, göllerin olduğu, Nepal, Buthan ve Çin arasında kalmış bir bölge. Küçük bir köyde doğduysanız benim gibi dünyayı kitaplardan ve atlaslardan öğrenirsiniz, coğrafi ve siyasi atlası önüme açıp dünyayı meraklı gözlerle iki boyutlu olarak keşfederken, dünyanın en yüksek dağlarında olmayı, en uzun nehirlerinde dolaşmayı, amazon ormanlarına dalmayı, en büyük göllerinin kenarında olmayı, yanardağları görmeyi arzu eder, okyanusun nasıl olabileceğini hayal ederdim. İlk tur bölgem Himalayaların içinde ve Himalayaların 3. yüksek zirvesinden birinin etrafında dolanırken geçti. İkincisi de bilinen klasik Kuzey Hindistan. Delhi, Jaypur, Amritsar, Rişikeş, Varanasi, Agra Delhi.
Seyahatim Delhi de başlıyor, otelimiz Yeni Delhi Eski Delhi sınırında bir bölgede. Bu bölge Hindistan denince akla gelen ilk sorular var ya hani, temiz mi? Kalabalık mı? Fakir mi?, Rikşalar var mı? Trafik çılgın mı? Yollar tozlu mu? Gelişmemiş mi? aklınıza gelebilecek Hindistan'a ait bütün soruları cevaplıyor. Ama eksik olarak.
Evet çok kalabalık çünkü 2025 yılında dünyanın en kalabalık üçüncü şehri Delhi 31.900.000 nüfus şimdi belki 32 milyon olmuştur.
Evet inanılmaz bir trafik var ama kimse kimseyi bıçaklamıyor, ve de trafikte kavga yok, bu trafik bizde olsa günde yüzlerce ölüm olur kan gövdeyi götürürdü.
Evet fakirlik var, tarihi süreçten gelen bir gelir dağılımı adaletsizliği olduğu gözleniyor. Ama zenginlik de var.
Evet gelişmekte olan bir ülke, Bilişim alanında iyiler mesela, dünyada yazılım sektöründe bir çok Hintli çalışıyor, sanırım teknoloji dilinin İngilizce olması, geçmişte bir İngiliz sömürgesi olmanın olumlu yansıması diyebiliriz buna, uzaya roket gönderdi mesela.
Evet tozlu, çünkü toprak yapısı kum gibi incecik, ve yeterli alt yapı eksikliği göze çarpıyor, ve burada da zengin semtler ile fakir semtler farklı, tıpkı dünyanın genelinde olduğu gb.
Evet her yerde küçük bir tapınak var, insanlar kendi tanrılarına taze çiçek, meyve sunuyor, mum yakıyor, bu bir ağaç altındaki küçücük bir tanrı figürünün etrafı olabilir, işyerinde bir köşe, ya da tapınakda olabilir.
İlk kahvaltı omlet ve peynirli tost, siyah çay, sonrası zencefilli limonlu çay. Hiç de yadırganacak lezzetler değil. Kahvaltıda prata, puri, çapati gibi bizim hamur işlerine benzer yiyecekler var. Kahvaltımızı beklerken yüksek sesle müzik çalan, ellerinde yeşil örtü olan bir kaç kişi geliyor kafenin önüne, bunlar Müslümanlarmış, rehberimiz çıkın dedi, çıktık dışarıya bizi kutsadılar tavuskuşu tüyü ile, turumuza ilahiler ve dualar eşliğinde kutsanarak başlıyoruz, e burası Hindistan. Ve sonraları gördüm ki, bu ritüellerle her yerde her zaman karşılaşılabilirsiniz. Başka bir gün gördük ki, büyü bozucular uğruyor kafeye, negatif enerjiyi gönderiyor, dükkan sahibi bahşiş veriyor, ya da belki belli bir ücreti var. Dükkanın bereketi olsun diye. Her sabah taze çiçekler sunulmuş tanrılarının önünde mum yakıp dua ediyorlar. Hindistan Ritüeller cenneti.
Evet çayı sütlü ve şekerli içiyorlar, masala çayı sütlü ve şekerli zaten, rehberimiz şöyle diyor; sütsüz ve şekersiz çayı istediğinizde akıllarından şöyle bir cümle geçiyordur muhtemelen, "bu yabancılar çay içmeyi bilmiyorlar ".
Evet peynir var, ama bizdeki ya da Avrupa'daki gibi çok zengin çeşidi yok, ama peynirli omlet ve peynirli prata ve peynirli tost var, e tabi ki bizimkinden farklı doğal olarak.
Akşama Hare Krişna tapınağına gideceğiz, Metroya biniyoruz, tabi ki çok kalabalık metro, metro hatları yedi çakranın rengi ile tanımlanmış. Bu da yedi hat olduğunu gösteriyor. İnsanlar bizim 'yabancı'lara baktığımız gibi bakıyorlar bize. Farklıyız, ten rengimiz çok açık onlara göre, göz rengimiz, kıyafetimiz, konuşmamız farklı. Ama rahatsız edici bir durum yok. Biz de onlara bakıyoruz, özellikle kadınların kıyafetlerinin renkleri, bilezikler, küpeler, halhallar, ayaklardaki yüzükler çok renkli ve neşeli, kadınlar çok süslü. Gençler arasında batılı tarzı giyinenler de var ama çok az.
Hare Krishna tapınağına girişte ayakkabılarımızı bir çuvala koyup emanete veriyoruz. Çünkü bütün tapınaklara ve camilere girerken ayakkabılarınızı çıkarmalısınız. O günden sonra bütün tapınak ve ibadet yerlerine hep çıplak ayakla girdik. İnançlarına göre Sokak kirli, ibadet yeri temiz ve oraya sokağın kiri taşınmamalı. İçerisi inançları doğrultusunda tanrı ve tanrıça heykelleri ve bir sürü figürle dolu. Sadece burayı anlatmak bile sayfalar alır. Ama kısaca şunu söyliyebilirim; Krishna, tanrı Vishnu'nun avatarı. Tekrarlayan melodik mantraları var. İçeriye yere secde ederek giren de var, yürüyerek girende. İçerde Hare Krishna müziği var, davullar çalıyor, ritme herkes uyum sağlayarak dans ediyor. Krishna sevginin, merhametin müziğin ve dansın tanrısı, biz de ritme uyduk tabi ki. İkinci kez gelenler daha uyumlu bense biraz yabancıyım, daha çok etrafı gözlüyorum. İkinci tur için buraya ikinci kez geldiğimde Tanrıça Kalinin önünde bulunan korkuluğa ayağımı çarptım. Biraz canım yandı. Canımın yandığını gören bir Hintli kadın eğildi üç kez ayağıma dokunup dua eder gibi bir şey yaptı, aynı hareketi kızı da tekrarlayınca rehberimize sordum dedi ki: Kali'den özür diledi senin ayağın için, bize çok anlamlı gelmiyor, akıl da ermiyor, ama öyle.
Hindistan'a gitmeden önce Hayatımın eski dönemini kapatıp yeni bir döneme merhaba demeye ve sınırlarda dolaşan ben sınırlarımın ötesine geçmeye niyet ederek gidiyorum.. Biliyorum ki Hindistan dilek ve niyetlerinizi sizin için gerçekleştirir. Daha önceki seyahatimden biliyorum bunu. Size de tavsiyem gitmeden önce düşüncelerinizi ve niyetlerinizi gözden geçirin.
İkinci gün Himalayaların kalbine doğru yolculuk başladı. Delhi'den Hindistanın Kuzey Doğusuna Bagdogra havalimanına uçuyoruz. Yağmur karşılıyor bizi, Delhi'nin sıcağından eser yok, serince bir hava. Ve öğreniyoruz ki Bir hafta önce Muson yağmurları öyle bir yağmış ki, köprüler yıkılmış, yollar bozulmuş. Ve o gün gidilecek bütün program iptal. Mirik gölünü, Nepal Sınırını ve Nepal ürünlerinin satıldığı pazarı, Çay fabrikasını göremeyeceğiz. Ne yapalım kısmet değilmiş. Seyahatlerde her şey planlandığı gibi gitmeyebilir.
Döne döne giden yollar, (firkete deniyormuş bu yollara bilmiyordum bu kavramı öğreniyorum), çukurlar, yol boyu yemyeşil dağlar, başı göğe eren ağaçlar, dağlardan inip kalkan sis, kilometrelerce uzanan çay bahçeleri, her yer yeşil yemyeşil. Hiç bu kadar büyük yapraklı ağaç görmemiştim daha önce, e bambu tarlasını da görmedim, hımm bu ağaca himalaya çamı diyorlarmış, bilmediğim ağaçlar, gökyüzünün mavisi.... kırık ingilizcemle, çat pat konuşmaya çalışıyorum şoförle. Oysa 2013 yılında Güney Afrika'daki dil eğitimimden intermediate seviyesinde dönmüştüm. Dil nankördür derdi hocalarımız, konuşmazsan unutursun. Öyle de oluyor. O dönem politika bile konuşabilen ben, şimdi gak guk halindeyim. Altı saatlik jeep yolculuğundan sonra ulaşıyoruz Darjelling'e. Darjelling 2050 metrede bir şehir hafif bir ser hoşluk hali var üzerimde, hafiften başım dönüyor gibi, hafiften yer altımdan kayıyor gibi, sanırım yüksekliğe çıkışla alakalı ya da uzun yol yorgunluğu. Öğreniyorum ki mesele yükseklikmiş. Otelde Budist geleneğine uygun olarak beyaz eşarp (katak) takıyorlar boynumuza, güzel bir karşılama. Bu bir tür Budist geleneği, hoş geldin diyorlar, misafirperverlik göstergesi, aynı beyaz eşarpları Buda heykellerinin etrafına dilek dilemek için de bağlıyorlar.
Darjeling Yamaçta yükselen bir şehir. En aşağıdan en yukarıya yürümek çok zor olsa gerek. Doğu Karadeniz gibi, vadiye sis inip kalkıyor. Uzakta başı karlı bir dağ dikkatimi çekiyor. Öğreniyorum ki O Kançhenjunga, 8586 m yüksekliği ile dünyanın en yüksek üçüncü zirvesi. Odamdan dağları ve zirvesini görebildiğim için şükrediyorum. Gözümü alamadığım bir güzellik. Akşam yemeğini çok şık bir restoranda yiyeceğiz.
Türkiye lezzetlerine ara vereceğim, buraların neyi özelse onu yemek ve tecrübe etmek istiyorum, bir Hintli gibi beslenmeyi tecrübe edeceğim. Yemekleri daha önce bir çok kez tecrübe etmiş rehberimize danışarak onun önerilerine tamam diyerek seçim yapıyorum. Damak tadıma uyan da oluyor uymayan da. Muhteşem bir karışık güveç tabağı geliyor. Bunu tüketmem imkansız. Tabi ki tatmak isteyen ile paylaşıyorum tabağımı. Ve Hindistan'ın lokal birası King Fisher gayet güzel bir bira. Kahvaltıda peynir zeytin ikram ediyor arkadaşlar, hayır, teşekkürler onları Türkiye'de bıraktım, buranın lezzetleri ile devam edeceğim.
Geceleri caddeler cıvıl cıvıl, Otelin terası olduğunu öğreniyorum, dolunay terasta seyredilir tabi ki, ve kendimi terasa atıyorum. Terasta tek başımayım, büyük bir sessizlik var, sis dağılmış, Ay, ışığını Himalayalara doğrultmuş, Karşımda Himalayalar, dolunayın ışığında Kanchenjunga'ya bakıyorum.
Muhteşem bir güzellik, Ben dağları çok seviyorum yahu. İçimden şöyle bir cümle geçiyor, böyle zorlu coğrafyalarda insan böyle yüksek dağları kutsal sayar tabi ki. Sis inip kalkıyor vadiye, vadi bazen bir denizi bazen bir gölü andırıyor. Muhteşem manzarada saatlerce durabilirim, ama masalar ve sandalyeler nemden sırılsıklam, nem içime işlemeye başlayınca odama çekiliyorum. Bu kez dişlerimi şehir suyu ile fırçalamaya karar verdim, ne de olsa bu bölge Himalayalar ve etraf Delhi'ye göre çok temiz, dağların kaynak suları buraya temiz ulaşır. Delhi'de kapalı su ile dişlerimi fırçalamıştım, esnemeye karar veriyorum. Ve hemen buraya not düşeyim o günden sonra musluk suyuyla dişlerimi fırçaladım her yerde. Ve bütün Hindistan gezim boyunca hiç barsak problemi yaşamadım. Farklı beslenmeden dolayı sindirim sıkıntısı yaşadığımı hissettiğimde bir probiyotik aldım o kadar.
Darjelling, ingilizler döneminde yazlık yerleşim yeri olarak kullanılıyor, ve buraya ulaşmak için demir yolu yaptırılıyor. BBC nin bir belgeselinde izlemiştim hikayesini. O demiryolunun küçük bir bölümünde seyahat ediyoruz. Hani Uzak doğuda pazarların, evlerin arasından geçer ya trenler işte onun gibi biz de evlerin, dükkanların arasından geçiyoruz, elini uzatsan bir çiçek koparabilir, ya da bir tezgahın muzlarından çekip alabilirsiniz, o kadar yakından geçiyoruz yani. Bizim rotanın durağı, o demir yolunu yapanların, yol çalışmalarında hayatını kaybeden işçilerin anısına yaptırılmış anıt. Orada yarım saat kalıyoruz. Daejeling - Himalaya demiryolu Unesco Dünya Mirası Alanı.
Darjelling dünyanın en meşhur çaylarından birinin yetiştirildiği bölge. Çünkü dünyanın en yüksek yerlerinde yetişiyor çaylar. Her yerde çay satılıyor, ayrıca sokaklarda kadın çay satıcıları var, kadınlar hazırladıkları çayları satıyorlar. Henüz sokaktan bir şeyler içmeye hazır değilim.
12 günlük turumuzun dört günü hariç Darjeling ve Sikkim Özerk bölgesindeydik. Darjelling, Pelling, Gangtong şehirlerinde konakladık. Bu bölge içinde Hindu tapınağı, Japon Budist tapınağı, Budist manastırı, Budist okulu, doğal park alanları, Himalaya dağcılık müzesi, Antik şehir gezisi, Tsomgo gölü Yak turu gezip gördüklerimizden.
Muhteşem doğanın içindeyim, gözüme, kulağıma, ciğerlerime, damağıma devamlı farklı tatlar, sesler, renkler, dokular geliyor. Tüm duyargalarım açık. Burada mutlu olmamak İm kan sız !.
Şimdi bu satırları yazarken günlük tutmadığım için hayıflanıyorum. Çünkü ilk defa bir gezimi anlatmakta zorlanıyorum. Zaten de galiba Hindistan anlatılmaz yaşanırmış.
Pelling de kaldığımız otelin adı Sıla. Bizim bildiğimiz anlamımı var bilmiyorum. Ama benim için anlamlı. Odamın balkonu ve penceresi Himalayalara bakıyor, ilk sabah dağlar sisli, ikinci sabah erkenden uyanıyorum henüz gün doğmamış saat 4 civarı. Henüz Dağın zirvesine ilk ışık düşmemiş. Büyük bir sessizlik hakim etrafa. Burası Darjelling kadar nemli değil. Balkonumda sabah serinliğinde battaniyeme sarınıp odamdaki su ısıtıcısıyla yaptığım Darjelling çayını yudumluyorum. Eskiden aç çay içemezdim artık içebiliyorum. Dünkü küçük Zipline macerasından sonra bir sınırımı daha aşıyorum. Dağa İlk ışık en zirveye düşüyor. Sonra aşağılara doğru ilerliyor, sonra etrafındaki diğer zirveler ışıklanıyor, sonra zirvenin rengi sararıyor, sonra diğer zirveler sararıyor, sonra ışık etkisi artınca etraf daha da aydınlanıyor, karanlık vadi hafiften aydınlanmaya başlıyor, ilk horoz ötüyor, horozlar ötmeye başlıyor, kuşlar uyanmaya başlıyor ve ısınmanın etkisi ile dağın zirvesine belli belirsiz bir küçük sis geliyor, sonra yoğunlaşıyor küçük bulutumsu oluyor sonra dağılıyor, etraf daha da aydınlanıyor, sokak lambaları artık yanmıyor, vadi artık aydınlık, evler belirgin, hafiften hareket başlıyor, doğa tamamen uyandı, insanlar uyandı, arılar uyandı, kelebekler uyandı, sincaplar uyandı, renkli kuşlar uyandı, kargalar uyandı, Kançenjunga çoktan uyandı, bu sabah bana muhteşem, olağanüstü yüzünü gösterdi. Vadinin içi hafiften sislenmeye başladı, alt katta otel çalışanı uyandı kapısının önünün süpürüyor, yan odam uyandı. Odalar uyandı. Ve kahvaltıya gitme zamanı geldi. 3 saat oturdum izledim dağın zirvesini. Ve böyle muhteşem bir sabahın şahidi olduğum için yüreğim titriyor, gözlerimden yaşlar akıyor. Huşu içindeyim. Vecd halindeyim.
Pelling i çok sevdim, buraya bir kez daha gelmek isterim doğrusu. Buraya gelirken Budist tapınağında rahipler tarafından kutsandık, Budist ipi bağlandı bileğimize, ve alnımıza işaret konuldu. Budizm bir din değil inanç sistemidir yazıyor tapınağa giden yolların üzerindeki yazıların birinde, ve Budanın sözleri merdivenler boyunca her iki tarafa levhalara yazılmış. Budanın öğretisi yakın gelir bana.
Gangtonga gelirken gökyüzünden salınıp gelen bir şelalenin önünde duruyoruz, öyle dik bir yamaçtan dökülüyor ki, suyu görür görmez hemen şelalenin altına koşuyorum, arkadaşlar köprü üzerinden fotoğraf çektiriyor, ben ise suyun altında başımı göğe kaldırıp zirveden inen suyun, kocaman kayalara çarparak dağılışını izliyorum. Muhteşem bir dans var yukarıda, mest halindeyim. Kollarımı göğe doğru açıp çığlık atıyorum. Islanıyorum, umrumda değil, Himalayaların zirvesinden kopup gelen su ile bütün bedenim canlanıyor, sanki her bir su damlasıyla arınıp kutsanıyorum, inanılmaz enerjik hissediyorum kendimi, arabadan suyun altına koşup gelen Meral ile Şelaleden dönen Meral arasında dağlar kadar fark var, canlıyım, enerjiğim, bütün ruh halim birden değişti. Bu bölgenin insanının doğadaki unsurları tanrılaştırıp tapmasını anlamaya başlıyorum galiba.
Gangtong Sikkim özerk bölgesinin başşehri. Burasını da sevdim şehir olarak. Yürünen cadde İstiklal caddesi benzeri, trafiğe kapalı. Çok güvenli, alışveriş yaparken insanlar çok yardımcı oluyorlar, satıcı baskısı yok, kibar insanlar şehri diye düşünüyorum. Ve tabi ki çok ucuz bu bölge.
Gangtong'ta artık benim dağım görünmüyor, ama onu görebileceğimiz sınıra gidiyoruz. Dörtbin metreye çıkacağız. Yolda yine Kançenjunga önünde fotoğraf çektiriyoruz. Karayolunda molalarla yükseliyoruz. Çünkü yükseklik hastalığı olabilir. Rehberimiz Oksimetremizi, oksijen tüpümüzü hazır etmiş, yerel rehberimiz de yanımızda. Göle gidiş için özel izin gerekiyor. Çünkü burası Çin, Nepal, Butan arasında, Çin sınırına çok yakın olacağız. 3753 metredeki Tsomgo Gölüne ulaştık. Yak hayvanları yani Tibet öküzleri göl kenarında turistleri bekliyor. Biz de biniyoruz. Benim bindiğim Yakın üzerinde I love İndia yazıyor. Seni Seviyorum Hindistan. Hindistan'ı görmeyi arzu ediyordum ama bu kadar seveceğimi bilmiyordum. Yaklaşık bir ayın sonunda Türkiye'ye dönerken yüreğimin içinde büyük bir sevgi ve tekrar tekrar gitme arzusunun işareti gibi bu yazı.
İnsan kendi koyduğu sınırlarını aştıkça kendisine daha da yaklaşıyor, ve kendisine yaklaştıkça daha hafif, daha neşeli, ve daha kendi oluyor, ve daha kendi olunca içinde kurumuş dallar tomurcuklanıyor, saçlarına çiçekler takıyor, yüzünün ifadesi değişiyor, beden kimyası değişiyor, İnsan metamorfoza uğrayıp dönüşüyor.
Hindistan'ın bu bölgesi pek Hindistan'a benzemiyor, gerçi Hindistan'ı tek bir kareye sığdırmak imkansız. 200 ün üzerinde yerel dil ve anayasalarında 22 farklı dil resmi olarak tanınmakta. Çok dinli bir ülke. Çölü de var, deniz kıyısı da, dünyanın en yüksek yerleri de var, çok büyük nehirleri de. Hangi fotoğrafa sığar ki, bir kıta kadar büyük bir ülke, dünyanın 7. büyük yüzölçümüne sahip. Çok dilli, çok kültürlü, çok dinli bir ülkeyi anlatmak da gerçekten çok zor. Çünkü her bölgenin kendine has özellikleri var, dolayısıyla hangi Hindistan diye sormadan edemiyorum şu an kendime. Hindistan hakkında bilgi almak isterseniz rehberimiz Zafer Bozkaya'nın www.hindistangezi.com adresinde o kadar çok bilgi var ki, öğrendiğime göre 274 makale varmış ve daha da anlatılacak çok şey varmış. Çok değerli bir emek var o sitede, Hindistan hakkında aradığınızı bulacağınız kesin.
Kalküta diyoruz biz, onlar Kolkata. Batı Bengal eyaletinin başşehri. Evet Hindistan eyaletler ile yönetiliyor ve 28 eyaletli federatif bir ülke. Kalküta'ya iner inmez dedim işte şimdi gerçek Hindista'a geldik. O meşhur Tata marka otobüsler, hani şu çok renkli, kalabalık, camları demir parmaklıklı olanlar, Rikşalar, bisikletli rikşalar ve insanların sürdüğü rikşalar var burada. Sadece bu eyalette izin varmış insanların insanları taşıdığı araçlara. Gürültü, kalabalık, durmayan trafik, insan sesleri, inanılmaz uzun caddelerin kenarında kurulu kitapçı dükkanları, politik protestolar, Sıcak, ter, nem, daracık sokaklar, sokak satıcıları, dilenciler, sokakta yatanlar, fakirlik, zenginlik, ganga nehri, nehirde yıkananlar, muhteşem renkleri ile çiçek pazarı, ki burayı görmeden Hindistan eksik kalırdı herhalde, meşhur marka kahve dükkanı, pazar yerleri, ve evet artık alıştım, sokak çaycısından da içtim masala çayını ve sokak satıcısından da yedim o lezzetli güzel yoğurdu, ve artık tedirgin değilim, üstelik hiç aşı da yaptırmadım buraya gelmeden önce.
Bu şehir benim aklımda Mother Theresa ile bağlantılı, onun hakkında çok eskiden beri bilgim var, bu şehirdeki yoksullara el uzatan Hristiyanlık alemi tarafından azize ilan edilmiş biri. Onun mezarının da olduğu, yaşadığı evi ziyaret ediyoruz. Ara sokaklarda dolaşırken açık hava banyolarını, mahalle tuvaletlerini gördükçe Onun ne kadar değerli bir şey yaptığını daha da iyi anlıyorum. Bu tür bir organizasyonu başlatmak, yürütmek, büyütmek için gerçekten çok büyük bir inanç ve adanmışlık gerek, üstelik de 1928 yıllarında buralara gelmek için cesur ve maceracı bir ruha sahip olunması gerekir.
Yine yıllar önceden çeviri şiirlerini okuduğum Rabindranath Tagore'un evini ziyaret ediyoruz. Şimdi müze olan ev, bize Tagore'un mensubu olduğu üst kastın nasıl yaşadığını çok iyi gösteriyor. Amerika'dan Japonya'ya uzanan seyahatler, nobel barış ödüllü ilk ve tek Hintli şair oluşu, Sir ünvanını rededişi, Ghandi ile yakın arkadaş oluşu, hukuk eğitimi, özgürlükçü tutumu, politik tarafı ve daha bir çok bilgi orada mevcut. Tagore hakkındaki bilgimin ne kadar az olduğunu görüyorum. Kendimi bunu bilmeyenler de var diyerek teselli ediyorum. E tabiki Tagore'dan şiir de okudum orada. İnsanın yaşadıkları aslında tesadüf değildir. Seçimleri tesadüf değildir, karşısına çıkan kişiler, kitaplar, yaşadığı şehirler tesadüf değildir, eğer kişi hayatındaki izleri izlerse, ruhunun bir parçasının o şeylerle ortak olduğunu görür. İlk gençlik yıllarımda okuduğum Tagore şiirlerini hatırlamıyorum ama nedense Adı mıh gibi aklımda. Onun evini ziyaret edince neden olduğunu biliyorum artık.
Kraliçe Victoria'ya adanmış bir anıt yapı ziyaretimiz var. Şimdilerde müze olarak kullanılıyor, ve çok fazla ziyaretçisi var, kapıda Brahma Kumaris den sisterlar ile karşılaşıyorum. Onlara selam vermezsem olmazdı tabi ki, kendimi tanıtıyorum, bir zamanlar ben de onlar gibiydim. Müze gezisinde Hindistan tarihine ilişkin bir çok bilgi ediniyoruz, sıcak çok yoruyor, Darjelling'i neden yazlık olarak kullandıklarını insan daha iyi anlıyor bu sıcakta. Gölge bir yer, nefes alacak bir mola gerek. Müze çıkışında müzenin duvarı dibinde mola veriyoruz, biraz etrafı gözlüyoruz, fotoğraf çektirmek isteyenlerle fotoğraf çektiriyoruz, bir aile anne baba ve bir yaşında var yok bir çocukları var, kucakta. Onlar da istediler fotoğraf çektirmeyi, çocuk gözlerini bana taktı başka hiç bir tarafa bakmıyor, başka kucaklarda olmak istemiyor, bir annesinin bir de benim kucağım onun için rahat. O gözler ve bakışlar hatırımda. Böyle anlar neden olur? Bir anlamı var mıdır? Yoksa biz mi anlam katarız? ve yakınlardaki planatoryum ziyareti hem serinletiyor, hem de uzaydaki minicik bir varlık oluşumuzla bizi tekrar yüzleştiriyor.
Bu şehirde yediklerimden aklımda kalan muz yaprağında balık. Okyanus balığı. Farklı bir lezzet ama bu lezzet benim damak tadıma çok uymuyor. Bizim asma yaprağında yediğimiz sardalyanın çok daha lezzetli olduğunu düşünüyorum.Akşam Ganga (ganj nehri) üzerinde tekne turu var. Tekne turunu beklerken o kalabalık trenler geçiyor yakınımızdan. Tekneye bindiğimizde ilk dikkatimizi çeken karşı kıyıdaki bir nokta, oraya yaklaştıkça ve hava karardıkça bir tören alanı olduğunu, Aarti denilen Ganga'nın kutsanma töreninin yapıldığını görüyorum. Daha önce internet üzerinden Ganj nehri kutsamalarını izlemiştim. Çok yabancı değil o yüzden. Burada nehirden izliyoruz. Teknemiz ilerledikçe ölü yakılan yerleri, nehir kenarına yapılmış dönemin tarihi binalarını ve ışıklı Kalküta'yı görüyoruz. Ceset kokusu yok havada. Bütün seyehat boyunca tek bir yerde yalnızca hassas burunların algılayacağı kısa bir anda hissetim kokuyu o kadar. Akşam yemeğimiz teknede ve Ganga nehri üzerinde. Diwali hazırlığı son sürat bu şehirde devam ediyor. Sokaklar Işıklandırılmış. Ama sıradan ışıklar değil, ışıktan tablolar yapılmış, yollara taklar yapılmaya başlanmış, bütün bunların maliyeti o bölgenin inananları tarafından karşılanıyormuş. Ganga üzerindeki köprüler ışıklandırılmış. Diwali kutlamalarına bir sonraki turumuzda Jaipur'da katılacağız.
Evet Kalküta da daha sonra ziyaret edilecekler listeme ekleniyor. Sikkim bölgesi ne kadar huzurlu ise burası o kadar kaotik, Sikkim'de trafik ne kadar sessizse burası o kadar gürültülü ve daha bir çok zıt durumlar. Orası dağlık burası düzlük. Birisi Nehirlerin doğduğu coğrafya, Kalküta okyanusla Ganjın buluştuğu nokta sayılır. Ganjın Okyanusa dökülmeden önce uğradığı son şehir. Adını Tanrıça Kali'den alan bu şehirde göremediğim ve çok merak ettiğim Kali tapınağını görmek için bu şehre bir daha geleceğim. Bu duygularla uçuyoruz Delhi ye doğru. Uçağın sağ yanındayım. Delhi'ye doğru gelirken karlı dağları seyrediyorum, acaba bunlar Himalayalar mı? Uçaktan iner inmez rotaya bakıyorum, Ve evet onlar Himalayalar. Dünyanın zirvesi. Belki gördüklerimin arasında Everest de vardı, kimbilir?




















