"Ayinesi iştir kişinin / Lafa bakılmaz"


Marmaristen Datça'ya doğru yol aldığınızda,
Datça'ya 20 km tabelası ile Emecik Köyünün
giriş tabelasını görebilirsiniz.
Emeklilik zamanlarımı İstanbul dışında Kuzey Ege'de
Edremit körfezinde memleketim olan küçük bir köyde
geçirmeyi planlarken; hayat, Egenin en güneyine, ilk
cümlede tarifini verdiğim bu köye getirdi beni.
2007 Kasımdan beri yaşadığım bu köyde, köydeki hayatımla
ilgili tecrübelerimi/gözlemlerimi ve kaybolmaya yüz tutmuş
bilgileri zaman buldukça paylaşacağım.
Umarım zamana iyi bir tanıklık ederim.

Ve zaman değişti. Yol kasım 2014 de Emecik'ten Datça'nın içine düştü. Artık Hayat DATÇA'nın içinden akacak..

3 Mart 2021 Çarşamba

Sahi Bir Hayata Kaç Trajedi Sığar? ( Elizabeth Turganova'nın ardından)


                                                      

Datça’nın 8-10 bin nüfuslu zamanları. Buraya yerleşeli birkaç yıl olmuş. Cumartesi pazarında kıyafet, çorap, eşofman, dokuma masa örtüleri vb gb birçok şeyin satıldığı sokaktayım. Postanenin arkasından başlayıp ambarcı caddesine çıkan, ana yola paralel, şimdi trafiğe kapalı yol, o zamanlar pırtı pazarı diye adlandırabileceğim Pazar bölümü. Rengarenk cıvıl cıvıl bana göre. Ambarcı caddesini kesen köşeye yakın bir noktada kıyafet bakıyorum. Hırka ya da tişört benzeri bir şey olsa gerek. XS beden elimdeki. “Bunun midyum bedeni var mı?” diye soruyorum satıcıya. “Yok” diyor satıcı.” Olsa ne güzel olurdu” derken yanımda bir kadın beliriyor. “Değil mi ama” diyor, “şimdiki kadınlar hamsi gibi, oysa kadın dediğin etli butlu olur..”

Başımı çevirip bakıyorum,  tanıdık bir sima değil, bu toprakların insanlarına benzemiyor. Yaşını kestiremiyorum, beyaz tenli,  gece gibi simsiyah boyalı saçları düz ve küt kesim, çene hizasında. Gözlere eyeliner çekilmiş, o da siyah. Kırmızı bir ruj, kırmızı ojeler tırnaklarında. Elinde bir baston, eldivenleri var satenden dirseğine kadar gelen, şapkası, ve dimdik duruşu ile farklı bir kadın.. Ben Liz diyor. Memnun oldum diyorum. Ortaçağın kraliyet dönemini anlatan filmlerdeki kadın figürü sanki.  Datça da böyle bir karaktere daha önce hiç rastlamadım. Ayaküstü konuşuyoruz, ressammış, Rus’muş, Datça'yı çok severmiş

Aradan zaman geçiyor, onun masaj yaptığını öğreniyorum başkalarından. İyi de masaj yaparmış. Öyle söylerler.

Datça’da zaman geçiyor, 2015 ya da 2016 olmalı, yollarımız yine kesişti Liz’le. Zaman zaman evine gidiyorum, komşu sitede oturuyor, anlatıyor, o kadar yoğun bir yalnızlık ki, o kadar derin, “İnsan diyor duvarlarla konuşur mu?”

Hayat hikayesini biraz anlatıyor, bir kızı varmış hayırsız mı hayırsız, Gürcüstan’daki evini onun imzasını taklit ederek satmış. Evi yok. Kirada. 65 yaş üstü üç aylık ile geçiniyormuş. Arada da masaj yapıyor, alan olursa resimlerini satıyor.

O kadar çok istiyor ki birisi ona sahip çıksın, yalnızlığını gidersin. Ama bunu böyle açık açık söylemiyor, söyleyemez, gururlu ve de kendisini tanımlarken “azıcık huysuzum ben” diyor.

Zamanla anlıyorsun ne acıları olduğunu. Altı yaşında annesini kaybediyor, ve bir üvey anne geliyor eve, Rusya’nın Sovyetler olduğu dönem. Baba KGB üst yöneticisi, piyano, dans eğitimi alıyor Liz, bir süre sonra baba ölüyor. Liz yazları Üvey annesinin köyüne gönderiliyor, orada ünlü bir ressamdan çizim dersleri alıyor. Sanırım üniversite yılları, mantık evliliği yapıyor. İşte bana anlattığı kızı bu evlilikten.

Üniversite sonrası bir gazetede çalışıyor, yaptığı haber muhalif görülüyor ve hapse atılıyor, orada tesadüfen uzaktan akraba bir sporcu yeğen/ kuzenle karşılaşıyor, ve Liz’e masaj yapmayı öğretiyor. “Ne işime yarayacak ki bu” diyor Liz, “sen bil, gün gelir kullanırsın” diyor akraba sporcu hanım. Bunları anlatıyor bana, nasıl masaj öğrendiğini anlatırken.

İlk evlilik aşk evliliği değil. Bu boşanma ile son buluyor. Bir süre sonra ikinci evlilik bu kez aşk evliliği. Bir oğlu oluyor. Yeni kocası kolhoz yöneticisi, yani bir tür imalathane ya da fabrika, orada müdür. İşler yolunda. Bir süre sonra Sovyetler dağılıyor, Çeçen mafyası fabrikayı devretmesini istiyor. Koca direniyor devretmek istemiyor, ve bir gün yaşadıkları evin kapısı çalınıyor. Kapıyı açıyorlar kapı önünde bir paket, paket açıldığında gördükleri şey,  20 yaşındaki delikanlı olmuş oğullarının başı.

Bu noktadan sonra, alkolizm, yoksulluk, sıkıntı. Sıkıntı kelimesi az, neredeyse cehennem hayatı. Yıllar geçiyor, Ve bir şekilde Türkiye’ye geliyor. Karadeniz kıyılarında özellikle Trabzon’da Nataşa dönemi var. Bir otelde bulaşıkçılık yapıyor. Bedenini satmıyor, direniyor. Böbrekleri rahatsız, uzun bir zaman sonra bir insan evladı ona yardımcı oluyor, İstanbul’a ulaşıyor. Bebek ve yaşlı bakıcılığı yapıyor. Son yaşlı bakıcılığı yaptığı yerden ayrılıp Adapazarı’na Sapanca gölü kenarında bir otel de masaj terapi işine başlıyor. Veeee, 99 depremi ile hayat bir kez daha alt üst oluyor. Bu arada Türkiye’de de bir eşi oluyor. Bir süre sonra hayat, Marmaris-Datça-Marmaris ve yine Datça hayatı şeklinde devam ediyor..

İşte ben onu son Datça macerasında tanıdım. Türkiye’deki son eşinden ayrılma sebebini bana “o benden çok gençti, ben onun istediğini ona veremezdim, o hayatına devam etmeliydi, o yüzden boşadım demişti.” Ne derece doğru bilemiyorum. Bu hikayenin bir bölümünü Liz’den dinledim, bir bölümünü hayatının kaleme alındığı kitaptan öğrendim.

Burada anlatamadığım daha birçok trajedi var hayatında. Kitabı bitirdikten sonra kendime sordum. Bir insan, bir ömre kaç trajedi sığdırır?

Liz, hiç huzur evine gitmek istemiyordu. Gitse bile özel bir odası olsun, odasını başka kimse ile paylaşmasın, boyaları olsun, ve çizsin istiyordu. Ama kirada olmak, bir geliri olmaması başlı başına problemdi. Yakın hissettiklerine, ev kirasını ödeyebilmek için ya da zaruri ihtiyaçlarını karşılamak için paraya ihtiyacı olduğunu söylemeye bile ne kadar zorlandığını ve karşılığını tabloları ile ödemek istediğini bilirim. Önce Fethiye, oradan da Niğde’ye Bor'a gönderilmiş huzur evi yetkililerince. Hiç istemediği huzur evinde ölmüş. Ve çok istediği Datça’ya da gömüldü şimdi.

Böyle bir hayatı yaşamak, bu yükleri taşımak hiç kolay değil. Bu trajedinin bir tanesini taşıyamayan nice insan var aramızda. Hayat çok ama çok zordu onun için. O da çok zorlanıyordu biliyorduk. Ama sanki dünyanın bütün kötülüklerine inat yaşıyordu, simsiyah boyalı saçları, elinde bastonu, ellerinde eldivenleri, başında şapkası, gözünde sürmesi, dudağında kırmızı ya da pembe ruju, ojeli tırnakları, eskimiş ama temiz kıyafetleri ile dimdik, belki aç, belki susuz, ama açlığını ve susuzluğunu belli etmeden, parasız ama gönül zenginliği ile, eğilip bükülmeden, dimdik ayakta kalmaya çalışarak. 

Keyfi olduğunda kahvesini yudumlarken söylediği aryalarıyla anılarda şimdi.

Bütün bunlar aklımda kalan anılardan, kitabını okunması için birine verdim, ama hatırlamıyorum. Yanıldığım olursa affola. Az sayıda, onu tanıyan kişilerce ve de vasiyeti üzerine (beni aryalarla toprağa verin) toprağa verildi. Onun için dua okuyan insan evladları vardı mezarı başında.

Yolun ışık olsun, biliyoruz ki, çok derin eksikliğini hissettiğin annene, babana, oğluna kavuştun, dilerim onların kucağında yaraların bir an önce iyileşir Liz…

Sahi bir hayata kaç trajedi sığar?

Elizabeth Turgonova anısına.

02/03/2021 Datça.




not. aşağıdaki hariç diğer fotolar sosyal medyadan alınmıştır. 












25 Ağustos 2017 Cuma

SAYIKLAMALAR




YAŞ DEĞİŞTİRME SAYIKLAMALARI

Değişiyorum, dönüşüyorum, bedenim değişiyor, on sekizimde değilim, yirmililer, otuzlular hiç değil artık elliye merdiven dayadım, aslında bedenim çoktan değişti, kendimi hala genç hissediyorum diyorum, evet hala genç hissediyorum, duygularım bunu söylerken aklımın aslında ne kadar büyüdüğünü görüyorum. Mesela aşka inandım hep, aşkla yaptım birçok işimi, aşkla değişildiğini gördüm, ama aşkın her şey olmadığını biliyorum artık. Yirmilerimde ve otuzlarımda hani mecnun misali, bir insanın aşkı için kilometrelerce yol yürüdüğünü ya da kendini dağlara vurduğunu duysaydım ya da görseydim eğer, o insana büyük hayranlık beslerdim ( ki besledik birçoğumuz), ama şimdi artık aklım diyor ki "bu hastalıklı bir tutku olabilir!", O insanı yakından tanıman gerekir. Öte yanda oturan diğer aklım başka bir kışkırtıcı soru soruyor, yakından tanımak ne demek?, tanıdığım zannettiğin onu ya da kendini ne kadar yakından tanıyorsun? Bir insan ne kadar yakından tanınabilir? Tanına bilinir mi? Değişiyorum, Otuzlarımda ve yirmilerimde bu sorunun cevabı evet olurdu şimdi ise şüphe ile yaklaşıyorum. 

Değişiyorum; İnsanlar hakkında kesin yargılarım olduğunu, aslında o yargılarımla ne kadar çok insanı incittiğimi görüyorum. Yirmilerimde ve otuzlarımda belki de bunun bu kadar farkında değildim (burada biraz torpil geçeyim, kendime bu kadar haksızlık etmeyeyim) ama şimdi farkındayım, “ak”a ak “kara”ya kara demeden önce akın etrafında dolanıp bakmaya çalışıyorum. Ak gerçekten Ak mı? Ak gerçekte ne kadar ak? Eğer ak “ak” değilse ak dediğimde, benim ak dememden ne kadar etkilenir? Akın etkileşimde olduğu griler acaba ak dememden ya da demememden ne kadar etkilenir? Etkilenir mi? Onu değerlendirmeye çalışıyorum. Geçmişte kolayca aka ak, karaya kara diyerek ne tür hatalar yaptığımı düşünüyorum. Gerçekte “ak”ın ne kadar göreceli olduğunu herkese göre “ak” algısının ne kadar farklı olduğunu düşünüyorum. Aslında “kara” pozisyonunun kendimiz için yıkıcı olduğunda kara ya ne kadar  kara demeyip  “kara” yı  “ak”  pozisyonuna sürüklediğimizi ve ya sürüklemediğimizi düşünüyorum. Artık insanlar hakkında duyduklarımı değerlendirirken genel kabullerden yola çıkarak değil, o insanın durduğu noktaya kendimi koyarak, onu anlamaya çalışarak kelam etmeyi tercih ediyorum. Artık kolayca “ak” a ak, kolayca “kara” ya kara diyemiyorum.

Değişiyorum; yirmilerimde ve otuzlarımda yolda duran bir taşı alıp bir kenara koyarken, “taşa takılıp düşenler, zarar görenler olabilir” diye düşünürken, şimdi o taşı bir kenara koymamın ne kadar doğru olup olmadığını düşünüyorum. O taşı bir kenara koyarsam “taşa takılıp düşecek insanın taşa takılıp düşme” hayat deneyimini elinden alıp almadığımı düşünüyorum. 

Değişiyorum; gençliğimde bilgiye tapınırken şimdi “bilmenin” her şey olmadığını, önemli olanın ne kadar biliyorsan o bildiğini hayatına geçirmenin daha önemli olduğunu biliyorum. Ve aslında ne kadar çok şey bilip de hayatıma ne kadar az şey geçirebildiğimi düşünüyorum. Ne kadar çok ahkamlarım olduğunu, o ahkamlarımızla ne kadar çok insanı incittiğimizi düşünüyorum. Ne kadar sivriliklerim olduğunu, o sivriliklerimi törpülemeye çalıştığımı biliyorum. İlk gençliğimden beri “ya göründüğün gibi ol ya da olduğun gibi görün” lafını hayat yolculuğumda hedef olarak önüme koydum. Şimdilerde ise insanın ne kadar katman katman olduğunu “olma”nın nasıl olduğunu, olup olmadığımı, ne kadar göründüğümü ya da ne kadar görünmediğimi, ne kadar göründüğüm gibi olduğumu ya da ne kadar görünmediğim gibi davrandığımı düşünüyorum.
Hala gençliğimde ki gibi ateşli tartışmalara giriyorum, hala ateşli fikir savunuları yapıyorum, eski alışkanlıklar kolay değişmiyor ama artık nefes alma aralarında kendime yandan bir bakış fırlatıp ne yapıyorsun bu hararetle savunduğun fikirler ne kadar doğru, bu kadar hararete değer mi? Bu hararetinin sonuçlarını görebiliyor musun? Diye sormadan edemiyorum. 

Düşünüyorum, Sorguluyorum; insan olmanın aslında ne demek olduğunu, insanın gerçekten erdemli olup olmadığını, aslında bunların ne kadar bize öğretilenler olup olmadığını, ne kadar gerçek ben olduğu mu? Olmadığımı? Sorguluyorum. Hatta bu yazıyı yazdığım şu dakika da yazı hakkında bunun bir ahkam olup olmadığını bile soruyorum. Ve sanırım bildiğim bir şey var, soru sorduğum sürece düşe kalka da olsa yolumu bulabilirim. Sahi yol nedir? 

18/08/2017 Datça

17 Ocak 2015 Cumartesi

Yeni İnsanlarla, Yeni Bir Şehirde, Yeni Yılı Karşılamak / Karşı Kıyı Atina

Bir yılbaşı kutlaması hayalim var, Müslüman olmayan bir şehrin meydanında, çanlar çalarken, havai fişekler atılırken, her yer ışıklarla süslüyken yeni yıla merhaba demek. Havai fişekler başıma yağmalı, ben onları başım yukarda seyrederken boynum tutulmalı, kulaklarım çan sesinden çınlamalı, insanların zıplamaları, sarılmaları, öpüşmeleri. Bu kadar karamsar ve umutsuz ortamda bir nebzede olsa kısacık mutluluk anları.

Atina'da yaşayan Büyükadalı İrinula'ya bu hayalimden bahsetmiştim yazın bizi ziyarete geldiğinde. Diğer Avrupa şehirleri ölü ama Atina daha güzelmiş yılbaşında. Davete icabet etmemek olmaz dedik, erken biletle, her tarafın kar kıyamet olduğu günlerde Atina'daydık.

Yılbaşının kutsal bir yanı yok diyenler yanılıyorlar. Ortodokslar için kutsal. Rumların inancına göre; ilk Hristiyanlık döneminde, Kayseri'de yaşayan ilk Hristiyanlardan o bölgenin iktidar sahibi, o sene her zamankinden çok fazla vergi talep eder. Ama öyle böyle değil. Eğer vermezseniz..... "kırk katır ya da kırk satır misali" yani. Elde avuçta ne varsa toparlanır ve kiliseye getirilir. Amma velakin ne olursa olur vergi toplayıcı sırra kadem basar ve gelmez. Kilisenin elinde bir sürü yiyecek, giyecek, ziynet eşyası v.b kalır. Kim ne bıraktı bilinmiyor, Aziz Vasilis düşünür ve toplanmış olan şeyleri  hasta ve çocuklardan başlayarak herkese dağıtır. İşte Rumların yılbaşı inancı. Bu yüzden çamlar süslenir, altına hediye paketleri konulur ve noel baba hediyeleri dağıtır.

 
Bizde noel anne dağıttı..
 
Arkadaşım geleneklerine bağlı bir hanım. Eve girdiğimizde her yer Noel süsleri ile doluydu. Mutfak havlusundan peçeteye kadar her şeyde Noel Baba vardı.

 
 31 aralık sabahı kapı erkenden çalmaya başladı, çocuklar ellerindeki demirden üçgeni bir metalle çalıyorlar (bir tür zil) ve Noel şarkısını söyleyip yılbaşı harçlığı topluyorlar. Noel şarkısında Kayserili Aziz Vasilis anılıyor, ve ondan evin hanımına hayır duaları, bolluk, bereket dilekleri getiriliyor.

Bütün gün yemek hazırlama telaşı, akşam yemek saati yaklaştığında masa hazırdı.

 
Akşam dediysem, Yunanistan'da akşam yemeği saati 22:00 da başlar, daha erken restorana giderseniz, çok sakindir, sizi hemen tanırlar, turistsinizdir.

Gelenlerde yemekle gelince masa üstünde yer kalmadı. Ben de (Büyükada'dan gitmek zorunda kalıp orada yaşayanlara sürpriz oldu) mercimek köftesi yaptım. Orada mercimek köftesi bilinen bir tat değil. Yemek bitmişti ki gece 12:00 yi vurmadan geri sayım başladı ve ışıklar söndü, çatal kaşık, tencere tava, tabaklar vurulup büyük gürültü yapılarak yeni yıl şarkısı herkes tarafından söylendi. Işıklar yandı, herkes herkesi öptü, Rumcası "çok senelere" kalihronya denildi. Ve gelenek üzere içinde para saklı yılbaşı çöreği kesildi, pay edildi, şampanya patlatıldı.
Herkes heyecanla paranın kime çıktığını aradı, ama bulamadı. Para yok. Oysa yılbaşı ağacının altında uğur var, şanslı kişiye verilmek üzere bekliyor. Çörek parçalandı. Para yok. En sonunda çöreği yapan kişinin para koymadığına kanaat getirilip kura çekilmesine karar verildi. Ve hediyelerin başına geçildi. En çok çocuklar sevindi diyeceğim ama bence hediye alan herkes sevindi. Şarkılar söylendi, halaylar çekildi, danslar edildi.

İstanbul'da yağan karın soğuğu ve ayazı Atina'ya düştü. Son yirmi yılın en soğuk ve tepelerine kar düşen bir Atina' da yılbaşı ve sabahı. Bu benim şansım olsa gerek, iyiye mi yoksa kötüye mi işaret bilemedim. Soğuk ve karla karışık yağmurun olduğu ilk 2015 sabahında Glifada da uyandık. Kahvaltı sonrası dediysem öğleden sonra, İrini'nin oğlu Yani  bizi şehir dışında bir yere götürdü. Sounion'a. Sanırım 50-60 km gittik. Tipiden tepeye çıkmak imkansız. Burası Poseidonun tapınağı. İrini buranın mitolojik hikayesini anlattı. Girit adasında öküz başlı bir canavar yaşarmış. Ve bu canavara her sene kurban olarak güzel kızlar ve oğlanlar gönderilir. Sıra Atina şehrine geldiğinde Kral Aigeus un oğlu bu duruma itiraz eder ve canavarla savaşmaya gider. Babası ne yapsa da oğlunu bu kararından caydıramaz. Gitmeden yapılan anlaşmaya göre eğer başarırsa dönüşte beyaz yelken açacaktır. Babası resimdeki bu tepede beklemeye başlar, Oğul canavarı öldürür ama yelkeni değiştirmeyi unutur ve kara yelkenle memlekete doğru gelirken baba kara yelkeni görür ve kendini yardan aşağı bırakır. İşte Ege denizinin adı Kral Aigeus dan gelir. Hüzünlü bir hikaye.

 
 Pire Limanını sanırım duymuşsunuzdur. İzmir'e ne kadar da benziyor burası. Diyamandi'nin (O da Büyükadalı) şoförlüğünde Pire'yi gezdik. Kordon boyunda kısa bir yürüyüş sonrası biz diyelim Türk kahvesi, onlar - dediysem arkadaşlarım değil Yunanlılar - desinler yunan kahvesi eşliğinde sohbet ve günün ışıklarının eğilmesini seyrettik. Akşam üzeri güneşi güzel fotoğraf veriyor hani.





 
 Akropol ziyaretini heyecanla bekliyorum, bizde yerinde yeller esen "Bergama tapınağı neye benziyor"u hayal edebilirim. Büyük bir hayal kırıklığı oldu bana. Bütün heykeller, evet bildiniz, British Museum de ya da Berlin'de. Ne acı. O günün güzel tarafı gün yüzünü gösterdi. Biz Akropolden dönerken, akşam ayazını göze almış guruplar gün batımı için çıkıyorlardı.

 

 
Akropol müzesi birazcık yüreğime su serpti serpmesine ya, yine de elde var hayal kırıklığı.

Akropol'den aşağı bakarken geniş bir alanda yeşillikler içinde sütunların olduğu meydan dikkat çekiciydi. Akşam İrini'ye sordum, orası eski pazar yeri fakat demokrasi meydanı deniliyor çünkü herkes orada toplandığı sırada politika yapıyormuş. Dikkatli bakarsanız büyük bir kapı kalıntılarını görebilirsiniz. Burası antik Atina şehrinin giriş kapısı, bu alanın yakınında Atina'nın en geniş caddesi yer alıyor. Daha sonraki günlerde bu caddeden geçerken surları gördük. Antik dönemde her dört yılda bir olimpiyatlara giden sporcuları karşılarken bu surlar yıkılırmış. Sebebi de sizler varsınız artık bizim surlarla korunmaya ihtiyacımız yok manasına. Sembolik bir saygı ifadesi.

 
Tramvayla eve dönerken Hasan "bir noktada herkes haç çıkartıyorlar gördün mü?" dedi. O gün değil ama sonraları gördüm, o kişi için kutsal olan ya da belli başlı büyük kiliselerden geçerken genç/yaşlı herkes istavroz çıkartıyor. Dindar bir toplum yani. Kiliselerde herkes ikonaları öpüyor. Genç yaşlı çoluk çocuk.



 
 Bir akşam Psiri'de tavernada (tavernanın tam karşılığı restoran demekmiş), bir akşam İtalyan restoranında, bir akşam da adını söylemeden geçemeyeceğim Eliniko deniz ürünleri restoranında yemek yedik (özellikle Eliniko ya bayıldım tarz olarak). Bir akşam arkadaş sohbeti için kafe buluşması. Daha ne olsun değil mi?


 

6 ocak İsa'nın vaftiz edildiği günmüş. O gün kiliseye gittik, içerde ilahiler söylenirken dışarda tören hazırlığı tamam. Çoluk çocuk orada. Bir bayram havası. Kortej eşliğinde Haç deniz kenarına götürülüyor ve Haç denize atılıyor (Bu tören denize kıyısı olan bütün kiliselerde yapılırmış). Haç'ı çıkarmak için denize giriliyor / biz televizyonda yalnızca erkekleri görürdük ama orada aralarında kadınlar da vardı. Denizden Haç çıkartılıyor, denize girenler tek tek haçı öpüp papaza veriyor. Böylece dünyadaki bütün denizler ve sular kutsanmış oluyor.
 



 
 7 Ocak, bütün Yani'lerin isim günü. Rumların inancında eğer çocuğa bir azizin adını verirsen doğum günü haricinde o azizin öldüğü gün olan isim gününü de kutluyorsun. Aynı doğum günü kutlaması gibi yani iki doğum günü kutlanmış oluyor. İrinin oğlunun isim günü de  7 ocaktı.
 
Bu seyahatten yukarda aktarmadığımın dışında kalan notlar:

Akropol'ün üzerinden hiç kuş uçmazmış. Nedenini hala kimse bilmiyormuş.
 
Ulaşımda hiç kontrol yok. Glifada'dan her yere ulaşım kolay.
 
Atina'nın her yerinden denize girebilirsiniz.


 Şehirde çok fazla grafiti var.
 


 
Sokak kahvelerine bayıldım. Hele dantelli masalara ve boyalı ahşaplara imrendim
 




 
 Restoran ve kafelerde hiç plastik yok


 
  Sokaklarda her yerde turunç ve zeytin ağaçları var

 
Şehir merkezinde 5 kat üzerine iki ya da üç kata izin var, ancaaaak! daraltarak kat yapabilirsiniz, çünkü hava akımına engel olmanıza izin verilmez
 
 
 
Binaların dışına eklenti yapamazsınız, hatta apartmanınızda tente rengi bile aynı olmak zorunda.
 
Alışveriş merkezlerinden hoşlanmıyor Yunanlılar, onun yerine caddelerde dolaşmayı tercih ediyorlar, ve insanlar hep sokakta ya da kafede ve ya tavernalarda.
 

 
 Hafta da üç gün siestaları var, resmi daireler bile öğleden akşam üzerine kadar kapalı, sonra açılıp akşam yediye kadar çalışıyorlar.
 
Orada da sokak hayvanları var.
 
Peçete gibi bir çok ortak kelime var. Siz Türkçe konuşurken sizin konuşmalarınızı anlayan ama konuşamayan birilerine, ya da size Türkçe cevap verecek birilerine her an rastlayabilirsiniz.
10  gün boyunca bir çok kelime öğrendim. Artık karşı kıyıdan gelen komşulara Kalimera, Kalispera, yasu, yases, naysikala ya da naystikala diyebileceğim. Karşılıklı kadeh tokuştururken de onlar şerefe derken ben yamas diyeceğim.
 
 "Kalihronya / Çok Senelere"
 
 
 
 
 
 
 
 








15 Temmuz 2014 Salı

"YOL" Metin Hara nın kitap üçlemesinin ilki hakkında

Önce kitabın kapak resmiyle başlayayım yazıma;

bir arkadaşımıza doğum günü hediyesi için kitap bakarken aradığımızı bulamadık ama o sıra bu kitabın kapağı ilişti gözüme. İlk aklımdan geçenleri samimiyetle belirtmeliyim ki, çok medyatik ve satış unsuru düşünülerek kaleme alınmış olması muhtemel bir kitap, ne gerek vardı o kadar net bir surata, "yol" belli ki uzak doğu tınıları, "aşk" çok sattırır, "hara"soyadı sanki özellikle seçilmiş / müstear gibi, üstelik bir de "yeni çağ dervişi gibi bir iddia" vay be! Ama yine de kendimi satın alamadan edemedim, oysa Migroslardan değil, ya kitapçılardan, ya da internetten yalnızca kitap satışı yapan sitelerden kitap alırım. Bütün bu söylediklerimden sonra kitabı almış olmam, kapak tasarımının başarısıdır, yiğidin hakkını da teslim edelim.
 
Metin Hara kimdir hiç tanımam. Meğer gerçekten de medyatik miş. Popülerlik ve medyatiklikten hep kaçmışımdır. Ama kendisini anlattığı giriş bölümünden önceki sayfalarda, hayatını değiştirmek için verdiği çaba, ve sonuçlarından etkilenmemek ve saygı duymamak mümkün değil. Eğer merak ederseniz hakkında çok bilgi edinebilirsiniz. Benim asıl yazmak istediğim şu ki, onun iç yolculuğunun sonuncunda bu kitabında söz ettiği neredeyse %90-95 bilgi ve farkındalığa sahip olduğumu görmüş olmam ve inandığı takip ettiği yolu kendi iç gözümle, gönül gözümle benim de bulmuş olmam.
 
Metin le aramızdaki fark, onun çok küçük yaşlarda başladığı yolculuğa ben ona göre çok daha geç başladım ya da aslında yolumdayken kendimi sonradan fark ettim. Kendimle onun arasında pek çok benzerlikler gördüm. Hayat yolunda insanın karşılaştığı zorlukların insanı pişirdiğini, yüreğinin sesini dinlemek gerektiği, ve pek çok benzerlik. Kitabı okurken kendimi okuduğumu gördüm tek farkla, onun bahsettiği spritüel eğitimi ben almadım. Ben kendi kendime yolumu bulmaya çalıştım, çalışıyorum, önüme çıkanları kaçırmamaya çalışıyorum, kendimi, insanları anlamaya çalışıyorum. Yani alaylıyım vesselam. Metin ise okullu olmuş. Bir yandan da kıskanmadım değil, ben de isterdim ustalardan ders almayı.
Onun kitabında gösterdiği deneyleri yapabilsem de acemiliğimi görebiliyorum. Ama gösterdiği yöntemleri  uygulayacağım. Ve arkadan gelecek ikinci ve üçüncü kitaplarını heyecanla beklemeyi sürdüreceğim.
 
Ve teşekkürler Metin Hara, hayat deneyimlerini ve çabalarının sonucunda süzülmüş olarak elde ettiğin tekniği bizimle paylaştığın için.
 
Dilerim bir gün bir yerde karşılaşır ve karşılıklı (onun dediği gibi) birbirimize çırak selamı verebiliriz.

6 Nisan 2014 Pazar

Bizim Büyük Yanılsamalarımız /yaratıcı yazma denemelerinden

Yeniden merhaba,


Yaratıcı yazma kursu bitti. Çok zevk aldığım bir süreçti. Metamorfoz Sanat Evi'nin katkılarına ve rehberimiz Birten Engin Naliş hanıma ve yol arkadaşlarıma teşekkürlerimle.
Sanırım bundan sonra bu tarz yazılarımla karşılaşma ihtimaliniz olacak.

BİZİM BÜYÜK YANILSAMALARIMIZ


Bir yerde bir süre yaşamaya başladığımızda hayatımızın routine girdiğini ya da aynılaştığını söyleriz. Arkadaşımız arar telefonla, hal hatır sorar, biz cevaben "işte her şey aynı bildiğin gibi" deriz. 
Yeni bir iş yerine gireriz, adı üstünde “ yeni bir iş yeri”dir. Masalar, duvar renkleri, insanlar, işin kendisi, müşteriler, birlikte çalıştığınız iş ortakları, her gün kullandığınız masa üstü aksesuarlarınız, departmanın ekipmanı, işe başlama ve bitiriş saatleri, sözleşmeler, yönetmelikler, müdürler, üst yönetimler, alt kadrolar, yan kadrolar, yan departmanlar, maaşlar, v.s hepsi yenidir. Fakat gel zaman git zaman sonra tanıdıklık başlar, ve bir süre sonra orası “iş yeriniz” olur ve işte o zaman başlar aynılık ve routin. Sorulduğunda biz yine aynı cevabı veririz. Bildiğin gibi.
Yeni bir eve taşınırız, yeni bir mekana, belki eskiye ait eşyalar gelir oraya, belki yenileri alınır, ama ev ve mekan farklıdır, komşular farklı, mahalle farklı, semtteki ağaçlar farklı, bir süre sonra onlara da alışırız, ve bize aynı gelmeye başlar. Bildiğimiz gibi.
Diyelim ki emekli olduk, farklı bir hayata başladık. Artık “ işin routin” i çıktı hayatımızdan, hobilerimizle ilgileniyoruz, torun torba ile uğraşıyoruz, gülleri budayıp temiz havayı içimize çekiyoruz. Bir süre sonra hayat gene bildiğin gibiyle cevaplanır.
Bildiğin gibi, yanıtı aslında bizim yanılsamamız değil midir? Hayatı bilebiliyor muyuz? her günümüz aynı mıdır gerçekten.
Önce biz, kendimizi aynada her gün,aynı görüyormuşuz gibidir, günden güne yüzümüzdeki çizgiler belirginleşir ve her gün farklı uyanırız aslında. Bazı günler çok enerjik, bazı günler karamsar, bazı günler korkulu, bazı günler heyecanlı. Aslında bizle beraber mekanlarımız da değişir, her alışverişte evden bir şeyler eksilirken aynı zamanda eve bir şeyler girer, her gün evin kendi yaşam döngüsü evi değiştirir ufaktan, bazen kapı kolları aşınır, bazen duvarlarda bir çizik oluşur, bazen biblolar yere devrilir, bazen mobilyaların yeri değişir.
Kapı komşumuz taşınır yenileri gelir, üst kat satılır, mahalle bakkalı markete dönüşür, ev telefonları cep telefonlarına, hızla radyolar çoğalır, tv kanalları açılır üst üstte, sinemalar belli semtlerden alışveriş merkezlerine gelir, alışveriş merkezleri mahallelerin içine sokulur ve hatta birden fazla artar.
İş arkadaşlarımız artar, işe gittiğimiz yollar değişir ya da alternatifler çoğalır, serviste gidip geldiğimiz arkadaşlar değişir, aynı olduklarını zannettiklerimiz bizimle birlikte değişmeye başlamışlardır, saçlarının rengi değişir, giyim sitilleri değişir, Yeni bir sevgili bulurlar, ya da kocalarından boşanırlar. Eşlerinin ya da sevgililerinin üzerine birer partner eklerler gizliden, yeni bir heyecan dalgasına düşerler, ana babalarını kaybederler büyük bir yalnızlık duygusu ya da acı içinde kavrulurlar. Biz se bunların belki de hiç birinin farkında değilizdir.
Emeklilik hayatının da bir süre sonra aynılığı benzerdir.
Bizden öncekiler gibi yaşıyoruzdur. Karnımızı doyurmak için çalışıyor, üremek için doğuruyor, torun sahibi oluyor, emekli oluyor, hastalıklarla boğuşuyor, ve ….


Aynı mıdır hayatımız, bildiğin gibi midir?


Hangimizi biliriz yaşamı? Hangimizin bildiği gibidir? Hangi bildiği? Her yaşamın ortaklıkları vardır elbet, ama her kesin tat algısı, her kesin acı algısı, her kesi kanatan, kavuran şeyler aynı mıdır? benzer midir? ne kadar farklıdır? Hepimiz aynı hüznü mü yaşarız ayrılıklardan, hepimiz aynı mı alışırız yeni işyerine? hepimiz görür müyüz gökyüzünde yağmurdan sonra çıkan gökkuşağını? hepimiz mi fark ederiz şehirlerde çiçek açmış eksoz gazı altında mutsuz erik ağaçlarını? hepimiz mi fark etmeyiz tinerci çocukların yüzlerindeki kaybolmuşlukları? hepimiz mi görmeyiz üst ya da alt geçitlerde elleri üşümüş, burnu kızarmış soğukta mendil satan çocukları? hepimiz mi görmeyiz misafirliğe gittiğimizde altımıza serilen sandıktan çıkmış beyaz eski dokuma çarşafı ya da eski tarz yorgan iğnesiyle nevresime dikilmiş yorganları.

Hayat aynı mıdır? Bildiğin gibi midir?


Karşımızdaki, yanı başımızdaki bilir mi gerçekten iç dünyamız da olup bitenleri, ve ne kadarını, fark eder mi yüzümüzdeki ifade değişimini ya da ne kadarını, bahçeye misafir gelmiş yaba sümbülünün açtığını, her sene badem ağaçlarının aslında aynı zaman da çiçek açmadıklarını, açtıklarındaysa bir önceki seneye çok benzemesine rağmen her seferinde başka coşkuyla ya da coşku şiddetiyle açtığını, her sene kırılan ya da eksilen dalları olduğunu, ne kadarını fark ederiz. Her sene gelen kırlangıcın bir zaman sonra gelmediğini, kedilerin çoğalıp azaldığını, kediler çoğaldığında kertenkelelerin azaldığını, tavuklalar arttığında kene ve çekirgelerin azaldığını,   bahçedeki meyve ağaçlarının bitkilerin her sene farklılaştığını ne kadar fark ederiz.?
Yeni tanıştığımız insanlarla çoğaldığımızı, her okuduğumuz kitabın, her yeni yazdığımız yazının, her yeni öğrendiğimiz türkünün, her yeni yaptığımız yemeğin, her yeni keşfettiğimiz şehirlerin ve her yeni yolculuğun, bizi ne kadar çoğalttığını ve değiştirdiğini nasıl fark etmeyiz?  Kırk senelik kocanızın aynı koca olmadığını kırk senelik ana babanızın aynı ana baba olmadığını, kırk senelik kardeşin ne kadar da değiştiğini, kaç arkadaşı dostu geride bıraktığınızı, kimilerinin geride kalmış olduğunu düşünseniz bile yıllara ve mesafelere inat eski sıcaklıkla sarılsanız bile hepimizin aslında ne kadar değiştiğimizi nasıl fark etmeyiz?
Gardrobumuzdaki giysiler, saç şeklimiz, acı algımız, hüzünlerimiz, göz yaşlarımız, ağlamalarımız, gülümseyişlerimiz, kahkahalarımız kaç kez değişmiştir? Kullandığımız kelimeler, kelimeleri çıkardığımız sesler, söyleyiş şeklimiz kaç kez değişmiştir?
Evet kabul ediyorum, belli başlı benzer ana çizgiler aynıymış gibi görünür, ama sanırım bizim en büyük yanılsamamız, karşı tarafın aynılıktan anladığını bizim aynılığımız olarak anladığını zannetmemizdir. Oysa bizim algılarımızla yanı başımızdakilerden tutunda başka ülkelerde başka şehirlerde yaşayan en yakın ve en uzak ilişkilerimize kadar farklı değil midir?” Aynı”, “bildiğin gibi” lafı bizim kolaycılığımız mıdır? Oysa bu söz yerine her gün yeni keşfettiğimiz, her gün bize merhaba diyen, ve muhakkak merhaba diyen yeni bir şey yok mudur hayatımızda?


Ben bu gün bahçeme misafir olmuş, belki benim taşıdığım, belki kendisi gelen yaban süsenine merhaba, hoş geldin dedim, sizin de yeni merhabalarınızın olması dileğiyle.


meral san / emecik / datça


st. 04:40

28 Ocak 2014 Salı

Yeniden Merhaba

Merhabanın anlamını yeni öğrendim. Ben zannediyordum ki "selam" gibi bir şey. Meğer anlamı pek hoşmuş. Benden sana zarar gelmez. Ne hoş değil mi? birine merhaba dediğimizde benden sana zarar gelmez demek.

Evet döndüm Cape Town dan. Hem de hayli oldu. Bunun adına ne denir bilmiyorum, yeniden uyum mu? tembellik mi? elim  şu güne kadar yazmak için gitmemişti bloğuma. bir ara çift dilli yazmayı düşündüm, bir ara başka türlü. Bakalım önümüzdeki süreç ne gösterecek, blog neye doğru evrilecek. Ama şu gerçek ki Emecik günleri hala devam ediyor.

yine burada ki hayattan, yemeklerden, bahçeden, tavuklardan ve diğer şeylerden haberler gelecek. İşte ilki, yaratıcı yazma kursuna başladım. Yazma kursunda aynı zamanda da okuyoruz. Belli bir amaç doğrultusunda okumaya başladım, bu hoşuma gitti. İki güzel kitap okudum. ilki Franz Kafka dan "Babaya Mektup" ikincisi, Murathan Mungan'ın paranın cinleri. Babaya mektubu okumadıysanız bu güne dek,  şiddetle tavsiye ederim. İçinde kendinize dair bir çok şeyle karşılaşacağınıza garanti veririm.

uzuuuun bir aradan sonra ilk yazıyla daha fazla gevezelik etmeyeceğim. Haberler gelmeye devam edecek.