"Ayinesi iştir kişinin / Lafa bakılmaz"


Marmaristen Datça'ya doğru yol aldığınızda,
Datça'ya 20 km tabelası ile Emecik Köyünün
giriş tabelasını görebilirsiniz.
Emeklilik zamanlarımı İstanbul dışında Kuzey Ege'de
Edremit körfezinde memleketim olan küçük bir köyde
geçirmeyi planlarken; hayat, Egenin en güneyine, ilk
cümlede tarifini verdiğim bu köye getirdi beni.
2007 Kasımdan beri yaşadığım bu köyde, köydeki hayatımla
ilgili tecrübelerimi/gözlemlerimi ve kaybolmaya yüz tutmuş
bilgileri zaman buldukça paylaşacağım.
Umarım zamana iyi bir tanıklık ederim.

Ve zaman değişti. Yol kasım 2014 de Emecik'ten Datça'nın içine düştü. Artık Hayat DATÇA'nın içinden akacak..

30 Kasım 2025 Pazar

HİNDUSTAN RİTÜELLERİN ÜLKESİ/ birinci bölüm Darjelling, Pelling, Gangtok, Kalküta

 1986 yılında İstanbul'a üniversite eğitimim için çıkmıştım memleketimden. Babacığım hiç istemiyordu İstanbul'a gitmemi ama ben biliyordum ki, İstanbul benim hayatımı çok değiştirecekti. Babam kendince sebeplerle haklıydı, ben de içimden gelen çağrılara kulak vermeyi öğrenmeye başlamıştım, sezgilerim, rüyalarım bana yol gösteriyordu ve Evet İstanbul benim hayatımı çoook değiştirdi, amma velakin ben de Ona uyum sağlamak ve İstanbul'un nimetlerinden yararlanmak için çok emek verdim. Eğer bir şeye emek verirseniz Evren de sizi alkışlıyor. Bu cümlenin o zamanlar çok farkında mıydım bilmiyorum, ama bugün bu cümleyi kurabiliyorum. Seksenli yılların son çeyreğinde Yol Yayınları ile tanıştım, o yayınevinden çıkan kitaplar çok ilgimi çekiyordu, Budizm, Hinduizm ile tanışmam o zamanlara denk gelir. 

Bir yandan gece çalışıp gündüz okuluma gidip eğitim ve meslek hayatımı sürdürüyordum diğer yandan ruhumun seslerine kulak verip beni çağıran ilgi alanlarına zaman yaratmaya çalışıyordum. Hırslıydım, öğrenmeye olan merakım sonsuzdu, ve İstanbul bu açgözlülüğümü çok besliyordu. Her anlamda hayatı büyük bir aşkla içime çekiyordum. Çünkü küçük bir ege köyünde dünyaya gözümü açmıştım, okumak ve öğrenmek hayattaki en büyük aşkımdı.  Eğitim yıllarım 12 Eylül darbesinin baskıcı yönetimlerinin ve okunmaması için üzeri siyahla boyanan gazetelerin çıktığı sansürlü dönemdi. Kitaplar yasaklı ve toplatılmış, ileri görüşlü bütün öğretmenler içeri alınmış, bilgi kaynaklarım darbelenmiş yani.

İstanbul benim için cennetti,  ve ben içine balıklama dalıyordum bu cennetin. Bu cennette fotoğraf, edebiyat, resim, müzik, sinema, tiyatro, kültür, tarih, bilgi, kitap fuarları, karikatür sergileri, lezzetler, gezi, mesleki, sendikal ve insan hakları mücadelesi gibi daha bir çok şey vardı. Fotoğraf çekmek lise yıllarımdan beri hevesimdir.  Fotoğraf sergilerinin birinde ya da belki de okuduğum Atlas dergisinde net hatırlamıyorum, görüyorum sarı otobüsle Hindistan yolculuğunun fotoğraflarını. Ve evet bir gün gideceğim Hindistan'a en çok arzu ettiğim de o sarı otobüsle gitmek. Lakin ne param ne de çalışma hayatım buna imkan vermiyor. Gidemiyorum, imkanlarım olgunlaşınca da sarı otobüs yolculuğu sonlanmıştı çoktan. Diyebilirsiniz ki, madem bu kadar çok istiyordun neden erteledin? Hayatımızı seçimlerimiz belirliyor ya, benim önceliğim hayatımı güvenli kılmak, sorumluluklarımı yerine getirmek olmuş, bugünden geriye dönüp baktığımda daha iyi anlıyorum şimdi. 

Biraz uzuun bir girizgah oldu, ama bunu anlatmasam eksik bir hikaye olurdu Hindistan gezim. 

2002 de Brahma Kumarisle yoga meditasyon için gitmiştim Hindistan'a, o seyahat çok farklı idi, benim görmek istediğim şehirleri görememiştim. Brahma Kumaris Organizasyonunun merkezi olan Mountabu ya  gitmek için Mumbai, ve Ahmedebada uğramıştık. İlk kez okyanusu Mumbai de görmüştüm. Hindistan hakkında bir fikrim olmuştu o seyahatte. O seyehatten aşram hayatı dışında  hatırladıklarım çok az. Hafızamda Mumbai ile ilgili resimler var bir de Dilwara tapınağının muhteşem mermer oymaları kalmış aklımda. O zaman şöyle nitelendirdiğimi hatırlıyorum Hindistan için: " bir kadın düşünün, hani yaşı seksenine gelmiş ama zarif, ama güzelliğinden hala izler taşıyan, duruşunu davranışlarını izlediğinizde, kendi kendinize şöyle dersiniz ya acaba gençliğinde nasıl güzeldi acaba diye düşünürsünüz ya, işte Hindistan bana öyle görünmüştü o gün gözüme. Sömürge öncesi kim bilir nasıldı diye düşünmüştüm.    

Ve işte nihayet, benim hayalini kurduğum rotayı yüzlerce defalarca gitmiş bir rehberle, Zafer Bozkaya'nın gurubuyla yola çıktım Ekim ayında. Nisan ayındaki İran seyahatimi de yine onun gurubuyla gerçekleştirmiştim. Bu coğrafyayı neredeyse avcunun içi gibi bilen biriyle yola çıkmanın rahatlığını biliyorum. Okumak isterseniz 'Bir önceki Tarifsiz Ülke İran' yazıma bakabilirsiniz. 

Bu sene benim için çok zorlu geçti, Hayatımın iki önemli erkek figürü hayata veda etti. Bir yıl içinde iki ölümü birden yaşadığınızda, hayatın  hiç ama hiç ertelenmeye gelmeyeceğini çok daha iyi öğreniyorsunuz.  İşte ben de o hayalini kurduğum coğrafyalara doğru yola çıktım. Ben hayalini kurduğum altın üçgen diye adlandırılan klasik kuzey Hindistanı hayal ederken, hayat bana Himalayaların doğusunu da hediye etti. Kuzey Hindistan gezimi iki ayrı tur bölgesini arka arkaya ekleyerek gerçekleştirdim. 4-31 Ekim arası Hindistandaydım. 

ilk tur Darjelling, Sikkim Özerk Bölgesi ve Kalküta'yı kapsıyordu. Darjelling ve Sikkim dağlık bir bölge, Himalayaların doğu tarafı, başı gökyüzünü tutmuş ağaçların, şelalelerin, nehirlerin, göllerin olduğu, Nepal, Buthan ve Çin arasında kalmış bir bölge. Küçük bir köyde doğduysanız benim gibi dünyayı kitaplardan ve atlaslardan öğrenirsiniz, coğrafi ve siyasi atlası önüme açıp dünyayı meraklı gözlerle iki boyutlu olarak keşfederken, dünyanın en yüksek dağlarında olmayı, en uzun nehirlerinde dolaşmayı, amazon ormanlarına dalmayı, en büyük göllerinin kenarında olmayı, yanardağları görmeyi arzu eder, okyanusun nasıl olabileceğini hayal ederdim. İlk  tur bölgem Himalayaların içinde ve Himalayaların  3. yüksek zirvesinden birinin etrafında dolanırken geçti.  İkincisi de bilinen klasik Kuzey Hindistan. Delhi, Jaypur, Amritsar, Rişikeş, Varanasi, Agra Delhi. 

Seyahatim Delhi de başlıyor, otelimiz Yeni Delhi Eski Delhi sınırında bir bölgede. Bu bölge Hindistan denince akla gelen ilk sorular var ya hani, temiz mi? Kalabalık mı? Fakir mi?, Rikşalar var mı? Trafik çılgın mı? Yollar tozlu mu? Gelişmemiş mi? aklınıza gelebilecek Hindistan'a ait bütün soruları cevaplıyor. Ama eksik olarak. 

Evet çok kalabalık çünkü 2025 yılında dünyanın en kalabalık üçüncü şehri Delhi 31.900.000 nüfus şimdi belki 32 milyon olmuştur. 

Evet inanılmaz bir trafik var ama kimse kimseyi bıçaklamıyor, ve de trafikte kavga yok, bu trafik bizde olsa günde yüzlerce ölüm olur kan gövdeyi götürürdü.

Evet fakirlik var, tarihi süreçten gelen bir gelir dağılımı adaletsizliği olduğu gözleniyor. Ama zenginlik de var.

Evet gelişmekte olan bir ülke, Bilişim alanında  iyiler mesela, dünyada yazılım sektöründe bir çok Hintli çalışıyor,  sanırım teknoloji dilinin İngilizce olması, geçmişte bir İngiliz sömürgesi olmanın olumlu yansıması diyebiliriz buna, uzaya roket gönderdi mesela.

Evet tozlu, çünkü toprak yapısı kum gibi incecik, ve yeterli alt yapı eksikliği göze çarpıyor, ve burada da zengin semtler ile fakir semtler farklı, tıpkı dünyanın genelinde olduğu gb. 

Evet her yerde küçük bir tapınak var, insanlar kendi tanrılarına taze çiçek, meyve sunuyor, mum yakıyor, bu bir ağaç altındaki küçücük bir tanrı figürünün etrafı olabilir, işyerinde bir köşe, ya da tapınakda olabilir.  



İlk kahvaltı omlet ve peynirli tost, siyah çay, sonrası zencefilli limonlu çay. Hiç de yadırganacak lezzetler değil. Kahvaltıda prata, puri, çapati gibi bizim hamur işlerine benzer yiyecekler var.  Kahvaltımızı beklerken yüksek sesle müzik çalan, ellerinde yeşil örtü olan bir kaç kişi geliyor kafenin önüne, bunlar Müslümanlarmış,  rehberimiz çıkın dedi, çıktık dışarıya bizi kutsadılar tavuskuşu tüyü ile, turumuza ilahiler ve dualar eşliğinde kutsanarak başlıyoruz, e burası Hindistan. Ve sonraları gördüm ki, bu ritüellerle her yerde her zaman karşılaşılabilirsiniz. Başka bir gün gördük ki, büyü bozucular uğruyor kafeye, negatif enerjiyi gönderiyor, dükkan sahibi bahşiş veriyor, ya da belki belli bir ücreti var. Dükkanın bereketi olsun diye. Her sabah taze çiçekler sunulmuş tanrılarının önünde mum yakıp dua ediyorlar. Hindistan Ritüeller cenneti. 

Evet çayı sütlü ve şekerli içiyorlar, masala çayı sütlü ve şekerli zaten, rehberimiz şöyle diyor; sütsüz ve şekersiz çayı istediğinizde akıllarından şöyle bir cümle geçiyordur muhtemelen, "bu yabancılar çay içmeyi bilmiyorlar ". 

Evet peynir var, ama bizdeki ya da Avrupa'daki gibi çok zengin çeşidi yok, ama peynirli omlet ve peynirli prata ve peynirli tost var, e tabi ki bizimkinden farklı doğal olarak. 

Akşama Hare Krişna tapınağına gideceğiz, Metroya biniyoruz, tabi ki çok kalabalık metro, metro hatları yedi çakranın rengi ile tanımlanmış. Bu da yedi hat olduğunu gösteriyor. İnsanlar bizim 'yabancı'lara baktığımız gibi bakıyorlar bize. Farklıyız, ten rengimiz çok açık onlara göre, göz rengimiz, kıyafetimiz, konuşmamız farklı. Ama rahatsız edici bir durum yok. Biz de onlara bakıyoruz, özellikle kadınların kıyafetlerinin renkleri, bilezikler, küpeler, halhallar, ayaklardaki yüzükler çok renkli ve neşeli, kadınlar çok süslü. Gençler arasında batılı tarzı giyinenler de var ama çok az. 

Hare Krishna tapınağına girişte ayakkabılarımızı bir çuvala koyup emanete veriyoruz. Çünkü bütün tapınaklara ve camilere girerken ayakkabılarınızı çıkarmalısınız. O günden sonra bütün tapınak ve ibadet yerlerine hep çıplak ayakla girdik. İnançlarına göre Sokak kirli, ibadet yeri temiz ve oraya sokağın kiri taşınmamalı. İçerisi inançları doğrultusunda tanrı ve tanrıça heykelleri ve bir sürü figürle dolu. Sadece burayı anlatmak bile sayfalar alır. Ama kısaca şunu söyliyebilirim; Krishna, tanrı Vishnu'nun avatarı. Tekrarlayan melodik mantraları var. İçeriye yere secde ederek giren de var, yürüyerek girende. İçerde Hare Krishna müziği var, davullar çalıyor, ritme herkes uyum sağlayarak dans ediyor. Krishna sevginin, merhametin müziğin ve dansın tanrısı, biz de ritme uyduk tabi ki. İkinci kez gelenler daha uyumlu bense biraz yabancıyım, daha çok  etrafı gözlüyorum. İkinci tur için buraya ikinci kez geldiğimde Tanrıça Kalinin önünde bulunan korkuluğa ayağımı çarptım. Biraz canım yandı. Canımın yandığını gören bir Hintli kadın eğildi üç kez ayağıma dokunup dua eder gibi bir şey yaptı, aynı hareketi kızı da tekrarlayınca rehberimize sordum dedi ki: Kali'den özür diledi senin ayağın için, bize çok anlamlı gelmiyor, akıl da ermiyor, ama öyle. 

Hindistan'a gitmeden önce Hayatımın eski dönemini kapatıp yeni bir döneme merhaba demeye ve sınırlarda dolaşan ben sınırlarımın ötesine geçmeye niyet ederek gidiyorum.. Biliyorum ki Hindistan dilek ve niyetlerinizi sizin için gerçekleştirir. Daha önceki seyahatimden biliyorum bunu. Size de tavsiyem gitmeden önce düşüncelerinizi ve niyetlerinizi gözden geçirin. 

kırmızı alan Sikkim özerk bölgesi

İkinci gün Himalayaların kalbine doğru yolculuk başladı. Delhi'den Hindistanın Kuzey Doğusuna Bagdogra havalimanına uçuyoruz. Yağmur karşılıyor bizi, Delhi'nin sıcağından eser yok, serince bir hava. Ve öğreniyoruz ki Bir hafta önce Muson yağmurları öyle bir yağmış ki, köprüler yıkılmış, yollar bozulmuş. Ve o gün gidilecek bütün program iptal. Mirik gölünü, Nepal Sınırını ve Nepal ürünlerinin satıldığı pazarı, Çay fabrikasını göremeyeceğiz. Ne yapalım kısmet değilmiş. Seyahatlerde her şey planlandığı gibi gitmeyebilir.  


Döne döne giden yollar, (firkete deniyormuş bu yollara bilmiyordum bu kavramı öğreniyorum), çukurlar,  yol boyu yemyeşil dağlar, başı göğe eren ağaçlar, dağlardan inip kalkan sis, kilometrelerce uzanan çay bahçeleri, her yer yeşil yemyeşil. Hiç bu kadar büyük yapraklı ağaç görmemiştim daha önce, e bambu tarlasını da görmedim, hımm bu ağaca himalaya çamı diyorlarmış, bilmediğim ağaçlar, gökyüzünün mavisi.... kırık ingilizcemle, çat pat konuşmaya çalışıyorum şoförle. Oysa 2013 yılında Güney Afrika'daki dil eğitimimden intermediate  seviyesinde dönmüştüm. Dil nankördür derdi hocalarımız, konuşmazsan unutursun. Öyle de oluyor. O dönem politika bile konuşabilen ben, şimdi gak guk halindeyim. Altı saatlik jeep yolculuğundan sonra ulaşıyoruz Darjelling'e. Darjelling 2050 metrede bir şehir hafif bir ser hoşluk hali var üzerimde, hafiften başım dönüyor gibi, hafiften yer altımdan kayıyor gibi, sanırım yüksekliğe çıkışla alakalı ya da uzun yol yorgunluğu. Öğreniyorum ki mesele yükseklikmiş. Otelde Budist geleneğine uygun olarak beyaz eşarp (katak) takıyorlar boynumuza, güzel bir karşılama. Bu bir tür Budist geleneği, hoş geldin diyorlar, misafirperverlik göstergesi, aynı beyaz eşarpları Buda heykellerinin etrafına dilek dilemek için de bağlıyorlar. 

Darjeling Yamaçta yükselen bir şehir. En aşağıdan en yukarıya yürümek çok zor olsa gerek. Doğu Karadeniz gibi,  vadiye sis inip kalkıyor. Uzakta başı karlı bir dağ dikkatimi çekiyor. Öğreniyorum ki O Kançhenjunga, 8586 m yüksekliği ile dünyanın en yüksek üçüncü zirvesi. Odamdan dağları ve zirvesini görebildiğim için şükrediyorum. Gözümü alamadığım bir güzellik. Akşam yemeğini çok şık bir restoranda yiyeceğiz. 

Türkiye lezzetlerine ara vereceğim, buraların neyi özelse onu yemek ve tecrübe etmek istiyorum, bir Hintli gibi beslenmeyi tecrübe edeceğim. Yemekleri daha önce bir çok kez tecrübe etmiş rehberimize danışarak onun önerilerine tamam diyerek seçim yapıyorum. Damak tadıma uyan da oluyor uymayan da. Muhteşem bir karışık güveç tabağı geliyor. Bunu tüketmem imkansız. Tabi ki tatmak isteyen ile paylaşıyorum tabağımı. Ve Hindistan'ın lokal birası King Fisher gayet güzel bir bira. Kahvaltıda peynir zeytin ikram ediyor arkadaşlar, hayır, teşekkürler onları Türkiye'de bıraktım, buranın lezzetleri ile devam edeceğim. 

Geceleri caddeler cıvıl cıvıl, Otelin terası olduğunu öğreniyorum, dolunay terasta seyredilir tabi ki, ve kendimi terasa atıyorum.  Terasta tek başımayım, büyük bir sessizlik var, sis dağılmış, Ay, ışığını Himalayalara doğrultmuş, Karşımda Himalayalar, dolunayın ışığında Kanchenjunga'ya bakıyorum.

 Muhteşem bir güzellik, Ben dağları çok seviyorum yahu.  İçimden şöyle bir cümle geçiyor, böyle zorlu coğrafyalarda insan böyle yüksek dağları kutsal sayar tabi ki. Sis inip kalkıyor vadiye, vadi bazen bir denizi bazen bir gölü andırıyor. Muhteşem manzarada saatlerce durabilirim, ama masalar ve sandalyeler nemden sırılsıklam, nem içime işlemeye başlayınca odama çekiliyorum. Bu kez dişlerimi şehir suyu ile fırçalamaya karar verdim, ne de olsa bu bölge Himalayalar ve etraf  Delhi'ye göre çok temiz, dağların kaynak suları buraya temiz ulaşır. Delhi'de kapalı su ile dişlerimi fırçalamıştım, esnemeye karar veriyorum. Ve hemen buraya not düşeyim o günden sonra musluk suyuyla dişlerimi fırçaladım her yerde. Ve bütün Hindistan gezim boyunca hiç barsak problemi yaşamadım. Farklı beslenmeden dolayı sindirim sıkıntısı yaşadığımı hissettiğimde bir probiyotik aldım o kadar. 

Darjelling, ingilizler döneminde yazlık yerleşim yeri olarak kullanılıyor, ve  buraya ulaşmak için demir yolu yaptırılıyor. BBC nin bir belgeselinde izlemiştim hikayesini. O demiryolunun küçük bir bölümünde seyahat ediyoruz. Hani Uzak doğuda pazarların, evlerin arasından geçer ya trenler işte onun gibi biz de evlerin, dükkanların arasından geçiyoruz, elini uzatsan bir çiçek koparabilir, ya da bir tezgahın muzlarından çekip alabilirsiniz, o kadar yakından geçiyoruz yani. Bizim rotanın durağı, o demir yolunu yapanların, yol çalışmalarında hayatını kaybeden işçilerin anısına yaptırılmış anıt. Orada yarım saat kalıyoruz.  Daejeling - Himalaya demiryolu Unesco Dünya Mirası Alanı. 

Darjelling dünyanın en meşhur çaylarından birinin yetiştirildiği bölge. Çünkü dünyanın en yüksek yerlerinde yetişiyor çaylar. Her yerde çay satılıyor, ayrıca sokaklarda kadın çay satıcıları var, kadınlar hazırladıkları çayları satıyorlar. Henüz sokaktan bir şeyler içmeye hazır değilim. 

12 günlük turumuzun dört günü hariç Darjeling ve Sikkim Özerk bölgesindeydik. Darjelling, Pelling, Gangtong şehirlerinde konakladık. Bu bölge içinde Hindu tapınağı, Japon Budist tapınağı, Budist manastırı, Budist okulu, doğal park alanları, Himalaya dağcılık müzesi, Antik şehir gezisi, Tsomgo gölü Yak turu gezip gördüklerimizden.

Muhteşem doğanın içindeyim, gözüme, kulağıma, ciğerlerime, damağıma devamlı farklı tatlar, sesler, renkler, dokular geliyor. Tüm duyargalarım açık. Burada mutlu olmamak İm kan sız !. 

Şimdi bu satırları yazarken günlük tutmadığım için hayıflanıyorum. Çünkü ilk defa bir gezimi anlatmakta zorlanıyorum. Zaten de galiba Hindistan anlatılmaz yaşanırmış. 

Pelling de kaldığımız otelin adı Sıla. Bizim bildiğimiz anlamımı var bilmiyorum. Ama benim için anlamlı. Odamın balkonu ve penceresi Himalayalara bakıyor, ilk sabah dağlar sisli, ikinci sabah erkenden uyanıyorum henüz gün doğmamış saat 4 civarı. Henüz Dağın zirvesine ilk ışık düşmemiş. Büyük bir sessizlik hakim etrafa. Burası Darjelling kadar nemli değil. Balkonumda sabah serinliğinde battaniyeme sarınıp odamdaki su ısıtıcısıyla yaptığım Darjelling çayını yudumluyorum. Eskiden aç çay içemezdim artık içebiliyorum. Dünkü küçük Zipline macerasından sonra bir sınırımı daha aşıyorum. Dağa İlk ışık en zirveye düşüyor. Sonra aşağılara doğru ilerliyor, sonra etrafındaki diğer zirveler ışıklanıyor, sonra zirvenin rengi sararıyor, sonra diğer zirveler sararıyor, sonra ışık etkisi artınca etraf daha da aydınlanıyor, karanlık vadi hafiften aydınlanmaya başlıyor, ilk horoz ötüyor, horozlar ötmeye başlıyor, kuşlar uyanmaya başlıyor ve ısınmanın etkisi ile dağın zirvesine belli belirsiz bir  küçük sis geliyor, sonra yoğunlaşıyor küçük bulutumsu oluyor sonra dağılıyor, etraf daha da aydınlanıyor, sokak lambaları artık yanmıyor, vadi artık aydınlık, evler belirgin, hafiften hareket başlıyor, doğa tamamen uyandı, insanlar uyandı, arılar uyandı, kelebekler uyandı, sincaplar uyandı, renkli kuşlar uyandı, kargalar uyandı, Kançenjunga çoktan uyandı, bu sabah bana muhteşem, olağanüstü yüzünü gösterdi. Vadinin içi hafiften sislenmeye başladı, alt katta otel çalışanı uyandı kapısının önünün süpürüyor, yan odam uyandı. Odalar uyandı. Ve kahvaltıya gitme zamanı geldi. 3 saat oturdum izledim dağın zirvesini. Ve böyle muhteşem bir sabahın şahidi olduğum için yüreğim titriyor, gözlerimden yaşlar akıyor. Huşu içindeyim. Vecd halindeyim. 





Pelling i çok sevdim, buraya bir kez daha gelmek isterim doğrusu. Buraya gelirken Budist tapınağında rahipler tarafından kutsandık, Budist ipi bağlandı bileğimize, ve alnımıza işaret konuldu. Budizm bir din değil inanç sistemidir yazıyor tapınağa giden yolların üzerindeki yazıların birinde, ve Budanın sözleri merdivenler boyunca her iki tarafa levhalara yazılmış. Budanın öğretisi yakın gelir bana. 


Gangtonga gelirken gökyüzünden salınıp gelen bir şelalenin önünde duruyoruz, öyle dik bir yamaçtan dökülüyor ki, suyu görür görmez hemen şelalenin altına koşuyorum, arkadaşlar köprü üzerinden fotoğraf çektiriyor, ben ise suyun altında başımı göğe kaldırıp zirveden inen suyun, kocaman kayalara çarparak dağılışını izliyorum. Muhteşem bir dans var yukarıda, mest halindeyim. Kollarımı göğe doğru açıp çığlık atıyorum. Islanıyorum, umrumda değil, Himalayaların zirvesinden kopup gelen su ile bütün bedenim canlanıyor, sanki her bir su damlasıyla arınıp kutsanıyorum, inanılmaz enerjik hissediyorum kendimi, arabadan suyun altına koşup gelen Meral ile Şelaleden dönen Meral arasında dağlar kadar fark var, canlıyım, enerjiğim, bütün ruh halim birden değişti. Bu bölgenin insanının doğadaki unsurları tanrılaştırıp tapmasını anlamaya başlıyorum galiba.  

Gangtong Sikkim özerk bölgesinin başşehri. Burasını da sevdim şehir olarak. Yürünen cadde İstiklal caddesi benzeri, trafiğe kapalı. Çok güvenli, alışveriş yaparken insanlar çok yardımcı oluyorlar, satıcı baskısı yok, kibar insanlar şehri diye düşünüyorum. Ve tabi ki çok ucuz bu bölge. 

Gangtong'ta artık benim dağım görünmüyor, ama onu görebileceğimiz sınıra gidiyoruz. Dörtbin metreye çıkacağız. Yolda yine Kançenjunga önünde fotoğraf çektiriyoruz. Karayolunda molalarla yükseliyoruz. Çünkü yükseklik hastalığı olabilir. Rehberimiz Oksimetremizi, oksijen tüpümüzü hazır etmiş, yerel rehberimiz de yanımızda. Göle gidiş için özel izin gerekiyor. Çünkü burası Çin, Nepal, Butan arasında, Çin sınırına çok yakın olacağız. 3753 metredeki Tsomgo Gölüne ulaştık. Yak hayvanları yani Tibet öküzleri göl kenarında turistleri bekliyor. Biz de biniyoruz. Benim bindiğim Yakın üzerinde I love İndia yazıyor. Seni Seviyorum Hindistan. Hindistan'ı görmeyi arzu ediyordum ama bu kadar seveceğimi bilmiyordum. Yaklaşık bir ayın sonunda Türkiye'ye dönerken yüreğimin içinde büyük bir sevgi ve tekrar tekrar gitme arzusunun işareti gibi bu yazı. 


Göl kenarındaki Yak turu sonrası teleferik ile 4000 metreye çıkıyoruz ve daha da yukarısında dua bayraklarının olduğu yere doğru bir kaç arkadaş tırmanıyoruz. Yıllar önce Kaçkar dağının zirvesine 10 metre kala zirve çıkışını bırakmıştım şimdi bu sınırımı da geçiyorum, 4050 metre. 

İnsan kendi koyduğu sınırlarını aştıkça kendisine daha da yaklaşıyor, ve kendisine yaklaştıkça daha hafif, daha neşeli, ve daha kendi oluyor, ve daha kendi olunca içinde kurumuş dallar tomurcuklanıyor, saçlarına çiçekler takıyor, yüzünün ifadesi değişiyor, beden kimyası değişiyor, İnsan metamorfoza uğrayıp dönüşüyor. 

Hindistan'ın bu bölgesi pek Hindistan'a benzemiyor, gerçi Hindistan'ı tek bir kareye sığdırmak imkansız. 200 ün üzerinde yerel dil ve anayasalarında 22 farklı dil resmi olarak tanınmakta. Çok dinli bir ülke. Çölü de var, deniz kıyısı da, dünyanın en yüksek yerleri de var, çok büyük nehirleri de. Hangi fotoğrafa sığar ki, bir kıta kadar büyük bir ülke, dünyanın 7. büyük yüzölçümüne sahip. Çok dilli, çok kültürlü, çok dinli bir ülkeyi anlatmak da gerçekten çok zor. Çünkü her bölgenin kendine has özellikleri var, dolayısıyla hangi Hindistan diye sormadan edemiyorum şu an kendime. Hindistan hakkında bilgi almak isterseniz rehberimiz Zafer Bozkaya'nın www.hindistangezi.com adresinde o kadar çok bilgi var ki, öğrendiğime göre 274 makale varmış ve daha da anlatılacak çok şey varmış. Çok değerli bir emek var o sitede, Hindistan hakkında aradığınızı bulacağınız kesin. 

Kalküta diyoruz biz, onlar Kolkata. Batı Bengal eyaletinin başşehri. Evet Hindistan eyaletler ile yönetiliyor ve 28 eyaletli federatif bir ülke. Kalküta'ya iner inmez dedim işte şimdi gerçek Hindista'a geldik. O meşhur Tata marka otobüsler, hani şu çok renkli, kalabalık, camları demir parmaklıklı olanlar, Rikşalar, bisikletli rikşalar ve insanların sürdüğü rikşalar var burada. Sadece bu eyalette izin varmış insanların insanları taşıdığı araçlara. Gürültü, kalabalık, durmayan trafik, insan sesleri, inanılmaz uzun caddelerin kenarında kurulu kitapçı dükkanları, politik protestolar, Sıcak, ter, nem, daracık sokaklar, sokak satıcıları, dilenciler, sokakta yatanlar, fakirlik, zenginlik, ganga nehri, nehirde yıkananlar, muhteşem renkleri ile çiçek pazarı, ki burayı görmeden Hindistan eksik kalırdı herhalde, meşhur marka kahve dükkanı, pazar yerleri, ve evet artık alıştım, sokak çaycısından da içtim masala çayını ve sokak satıcısından da yedim o lezzetli güzel yoğurdu, ve artık tedirgin değilim, üstelik hiç aşı da yaptırmadım buraya gelmeden önce. 


Bu şehir benim aklımda Mother Theresa ile bağlantılı, onun hakkında çok eskiden beri bilgim var, bu şehirdeki yoksullara el uzatan Hristiyanlık alemi tarafından azize ilan edilmiş biri. Onun mezarının da olduğu, yaşadığı evi ziyaret ediyoruz. Ara sokaklarda dolaşırken açık hava banyolarını, mahalle tuvaletlerini gördükçe Onun ne kadar değerli bir şey yaptığını daha da iyi anlıyorum. Bu tür bir organizasyonu başlatmak, yürütmek, büyütmek için gerçekten çok büyük bir inanç ve adanmışlık gerek, üstelik de 1928 yıllarında buralara gelmek için cesur ve maceracı bir ruha sahip olunması gerekir. 

Yine yıllar önceden çeviri şiirlerini okuduğum Rabindranath Tagore'un evini ziyaret ediyoruz. Şimdi müze olan ev, bize Tagore'un mensubu olduğu üst kastın nasıl yaşadığını çok iyi gösteriyor. Amerika'dan Japonya'ya uzanan seyahatler, nobel barış ödüllü ilk ve tek Hintli şair oluşu, Sir ünvanını rededişi, Ghandi ile yakın arkadaş oluşu, hukuk eğitimi, özgürlükçü tutumu, politik tarafı ve daha bir çok bilgi orada mevcut. Tagore hakkındaki bilgimin ne kadar az olduğunu görüyorum.  Kendimi bunu bilmeyenler de var diyerek teselli ediyorum. E tabiki Tagore'dan şiir de okudum orada. İnsanın yaşadıkları aslında tesadüf değildir. Seçimleri tesadüf değildir, karşısına çıkan kişiler, kitaplar, yaşadığı şehirler tesadüf değildir, eğer kişi hayatındaki izleri izlerse, ruhunun bir parçasının o şeylerle ortak olduğunu görür. İlk gençlik yıllarımda okuduğum Tagore şiirlerini hatırlamıyorum ama nedense Adı mıh gibi aklımda. Onun evini ziyaret edince neden olduğunu biliyorum artık. 

Kraliçe Victoria'ya adanmış bir anıt yapı ziyaretimiz var. Şimdilerde müze olarak kullanılıyor, ve çok fazla ziyaretçisi var, kapıda Brahma Kumaris den sisterlar ile karşılaşıyorum. Onlara selam vermezsem olmazdı tabi ki, kendimi tanıtıyorum, bir zamanlar ben de onlar gibiydim. Müze gezisinde Hindistan tarihine ilişkin bir çok bilgi ediniyoruz, sıcak çok yoruyor, Darjelling'i neden yazlık olarak kullandıklarını insan daha iyi anlıyor bu sıcakta. Gölge bir yer, nefes alacak bir mola gerek. Müze çıkışında müzenin duvarı dibinde mola veriyoruz, biraz etrafı gözlüyoruz, fotoğraf çektirmek isteyenlerle fotoğraf çektiriyoruz, bir aile anne baba ve bir yaşında var yok bir çocukları var, kucakta. Onlar da istediler fotoğraf çektirmeyi, çocuk gözlerini bana taktı başka hiç bir tarafa bakmıyor, başka kucaklarda olmak istemiyor, bir annesinin bir de benim kucağım onun için rahat. O gözler ve bakışlar hatırımda. Böyle anlar neden olur? Bir anlamı var mıdır? Yoksa biz mi anlam katarız? ve yakınlardaki planatoryum ziyareti hem serinletiyor, hem de uzaydaki minicik bir varlık oluşumuzla bizi tekrar yüzleştiriyor. 

Bu şehirde yediklerimden aklımda kalan muz yaprağında balık. Okyanus balığı. Farklı bir lezzet ama bu lezzet benim damak tadıma çok uymuyor. Bizim asma yaprağında yediğimiz sardalyanın çok daha lezzetli olduğunu düşünüyorum. 

Akşam Ganga (ganj nehri) üzerinde tekne turu var. Tekne turunu beklerken o kalabalık trenler geçiyor yakınımızdan. Tekneye bindiğimizde ilk dikkatimizi çeken karşı kıyıdaki bir nokta, oraya yaklaştıkça ve hava karardıkça bir tören alanı olduğunu, Aarti denilen Ganga'nın kutsanma töreninin yapıldığını görüyorum. Daha önce internet üzerinden Ganj nehri kutsamalarını izlemiştim. Çok yabancı değil o yüzden. Burada nehirden izliyoruz. Teknemiz ilerledikçe ölü yakılan yerleri, nehir kenarına yapılmış dönemin tarihi binalarını ve ışıklı Kalküta'yı görüyoruz. Ceset kokusu yok havada. Bütün seyehat boyunca tek bir yerde yalnızca hassas burunların algılayacağı kısa bir anda hissetim kokuyu o kadar.  Akşam yemeğimiz teknede ve Ganga nehri üzerinde. Diwali hazırlığı son sürat bu şehirde devam ediyor. Sokaklar Işıklandırılmış. Ama sıradan ışıklar değil, ışıktan tablolar yapılmış, yollara taklar yapılmaya başlanmış, bütün bunların maliyeti o bölgenin inananları tarafından karşılanıyormuş. Ganga üzerindeki köprüler ışıklandırılmış. Diwali kutlamalarına bir sonraki turumuzda Jaipur'da katılacağız.

Yolculuklarda bilinçli ya da bilinçsiz olarak içsel yolculuk da yaparsınız demiş büyüklerimiz, dervişler yollardadır mesela. Çok değişik insanlar, çok değişik coğrafyalar, çok değişik kültürler, benzerlikleri, benzemezlikleri ortaya çıkartır sizde. Düşünce kalıplarınızı, paradigmalarınızı, aşırılıklarınızı görüp törpüleme imkanı bulur ya da yargılarınızı gözden geçirirsiniz benim gibi, tabi içinize bakmayı biliyor ve tercih ediyorsanız. Ben zannediyordum ki, Hindistan gibi inancın, hoşgörünün bu kadar yüksek seviyede olan ülkeye gelen kişiler farklı olurlar. Çok gezen kişi Gezgin olur. Benim böyle kalıplarım vardı, bu seyahatte gördüm ki, Her gezen gezgin değil, Her Hindistan'a giden de ruhsal bir olgunluğa erişmiş değil. Sen ne kadar eriştin ki diyorum kendime. Ve yine hatırlatıyorum yargılama, olanı olduğu gibi kabul et. Sana uyar ya da uymaz. Uymayanı kenarda bırak, uyanla devam et. Bırak ki hayatında boşluklar olsun, o boşluklar senin için daha DEĞERLİ ile dolsun. 

Evet Kalküta da daha sonra ziyaret edilecekler listeme ekleniyor. Sikkim bölgesi ne kadar huzurlu ise burası o kadar kaotik, Sikkim'de trafik ne kadar sessizse burası o kadar gürültülü ve daha bir çok zıt durumlar. Orası dağlık burası düzlük. Birisi Nehirlerin doğduğu coğrafya, Kalküta okyanusla Ganjın buluştuğu nokta sayılır. Ganjın Okyanusa dökülmeden önce uğradığı son şehir. Adını Tanrıça Kali'den alan bu şehirde göremediğim ve çok merak ettiğim Kali tapınağını görmek için bu şehre bir daha geleceğim. Bu duygularla uçuyoruz Delhi ye doğru. Uçağın sağ yanındayım. Delhi'ye doğru gelirken karlı dağları seyrediyorum, acaba bunlar Himalayalar mı? Uçaktan iner inmez rotaya bakıyorum, Ve evet onlar Himalayalar. Dünyanın zirvesi. Belki gördüklerimin arasında Everest de vardı, kimbilir?



seyahatime ilişkin fotoğrafları instagramda yayınlayacağım. 


 






10 Mayıs 2025 Cumartesi

TARİFSİZ ÜLKE İRAN

Uzuuuuun bir aradan sonra Merhaba. O uzuuun araya neler neler girmedi ki. Acısıyla tatlısıyla.. Hayat gb. Zaten yaşanılanda hayattı. Çok şükür ki, bugün varım ve buradayım. Çocukluk hayallerimin başında okumak, yazmak ve gezmek gelir. Dünyayı tanımak. Dünya dediğimiz, gözümüzü açtığımızda bilmeye tanımaya başladığımız bu diyar çağırmıştır bizi ve bizde bu davete icabet ederiz. İşte bu davetlerle yol aldım hayatımda ben de. Bazen bir insan evladı çağırır, bazen bir orman çağırır, bir tohum çağırır, bir şehir, bir ülke çağırır, bazen de duygular, kokular, tatlar çağırır beni. Ve alırım o çağrıyı, giderim, davete icabet ederim. Bazen nereye gittiğimi bilmem, tanımam, araştırıp sormam ve kendime sormuşluğum da vardır, nereye gidiyorsun ? diye, içimden gelen sese kulak veririm, derse ki ayakların götürüyorsa git diye, yürürüm o yolu. 

İşte İran da bir kaç yıldır davet gönderiyordu bana, hadi artık gel diye. Gidecektim gitmesine de hiç bir meyve olgunlaşmadan dalından düşmez misali, "hadi"nin geldiği o an ve "Hadi"yle benim cevabımın öpüştüğü anda oldu yola çıkışım. 

Gittiğim coğrafyaya hazırlık yaparak gittiklerim de oldu,  hazırlıksız yaptığım seyahatlerim de. Bu kez neredeyse hiç hazırlık yapmadım. Kadim topraklara gidiyordum. Ve Zafer Bozkaya gibi bir seyyahla yol alacaktım, hazırlığa ne hacet vardı ki.  Zafer beyin yazdığı İran gezi rehberini meğerse ben edinmişim daha önce, seyahat sonrası kitaplığımı yeniden düzenlerken geçti elime. Hazırlık yapayım diye almışım ama hayat bana öyle büyük değişikliklerle gelmişti ki o ara okumaya fırsatım olmamıştı. Neyse, bu küçük parantez sonrası devam edelim anlatmaya.  Gezi rehberini uçakta açtım açmasına da  yanımızda oturan iki İranlı genç adamla öyle sohbetler yaptık ki, Tahran a nasıl geldik anlamadım, ve ben yine kitabı okuyamadım. 

Size Tahrandan Gülistan ve Sadabat saraylarını,  gittiğimiz müzeleri, dolaştığımız parkları, sokakları, tabiat köprüsünü, pazar yerlerini, çayhanelerini, yediklerimizi içtiklerimizi anlatmayacağım. Sevgili Zafer Bozkaya İran Gezi Rehberi kitabında öyle güzel anlatmış ki, eline al kendi ülkendeymiş gibi dolaşırsın İranı bu kitapla.  O yüzden ben, bende kalan İran ı anlatacağım size . 

Tahran, kalabalıkların ve karmaşanın şehri bence bütün büyük şehirler gibi gri . Tabi ki kendine has mimarisi var. Ama o karmaşa ve kalabalık bana biraz  İzmir'i,  eskiden keyifle dolaştığım İstanbul Eminönü'nü hatırlattı. Çok çarpılmadım ilk başta, ta ki ilk İran'ın ilk sihriyle karşılaşana dek. 

Tarihi binaların müzelerin arasında dolaşırken bir çay molası verdik Nadiri Otelin Cafesinde. İran'ın sanatçılarının buluşma yeriymiş. Benim için o kadar heyecan uyandıran bir mekan ki, düşünsenize bir ülkenin sanatına imza atmış herkes bir ara sizin ayak bastığınız o mekana geliyor, belki bizim oturduğumuz bu masaya oturuyor, onlar da belki benim dolaştığım gibi o mekanda dolaşıp görünmez bir iz bırakıyor, aynı hava mı bu soluduğumuz? bilinmez, ama ben de oradaydım demenin hazzı var bende. Mekanın duvarlarında minyatürler, Firdevs'inin şahnamesinden hikayeler, sanatçıların portre fotoğrafları duvarlarda. Üzerinde kitapların olduğu bir masa var ilerde, otomatik olarak çekiliyorum o masaya. Kitapların üzerinde dolaştırıyorum elimi. Hep dokunurum kitaplara, o yüzden sevmem dijital kitap okumayı. Ben elime aldığım kitabı severim. Orada yazardan akıp gelmiş kelimelerin dışında bana ulaşan başka bir ruh olduğunu düşünürüm. Elime bir kitap alıyorum ve açıyorum ..karşıma meslektaşlarımın fotoğrafı çıkıyor ve çocuk sevinciyle benden çıkan bir sesi duyuyor kulaklarım,  "aaa, burada da buldum meslektaşlarımı". Evet karşımda beyaz elbiseli, kırmızı şeritli kepleriyle meslektaşlarım bir anı fotoğrafı bırakmış sayfalara, gelip benim onları bulmam için. Yazıları anlamıyorum doğal olarak çünkü farsça ve arapça harflerle yazılmış. Hemen yanında başka bir kitap dikkatimi çekiyor, Furuğ'un fotoğrafına benziyor. Furuğ olmalı, "yaralarım aşkantır". Ama o da farsça. İki kitabı bırakıp masaya geliyorum. Yol arkadaşlarım çaylarını yudumlamaya başlamış. Ben eski bir dostla karşılaşmanın heyecanı içinde bu karşılaşmayı anlatıyorum. Ve yolda edindiğim sevgili kız kardeşim Döndü diyor ki, "fotoğrafını çeksene, anı olur". Döndü'ye buradan teşekkür ederim, ben bu tür anıları kayıt etmek yerine aklımın içine kayıt ederdim. Ama bu kez anladım ki somut hale getirdiğinde kayıt daha güçlü oluyor. Bu da İran'dan bana gelen ikinci hediye oldu. 

Fotoğraf çekmek için masaya gittiğimizde, selamlaştığım iki İranlı zarif hanımla buluşuyoruz masa başında ve onlardan öğreniyorum ki elime aldığım kitap İran'daki Hemşirelik tarihini anlatan bir kitapmış. Ve evet yanında ki de Furuğ un kitabıymış. 




Tahran'dan aklımda kalacak ikinci anı ise Azeri çayhanesindeki müzikli akşam. Adının Azeri çayhanesi olduğuna bakmayın, İran müziğinden örnekler dinleyebileceğiz canlı müziğin  olduğu bir mekan. E tabi burada da Firdevs'inin Şahnamesinden Minyatürlerin olduğu tablolar var ve İran'a ait objlerin olduğu müzemsi bir mekan burası. Yemeklerimiz servis edilirken sahnede iki sanatçı santur ve bendir çalıyor. Bendire İran'da def diyorlar sanırım. 

Yıllar önce Bakırköy'de bir barda Dodan ı tanımazken ve O da, bu kadar çok tanınır olmazdan önce ilk kez dinlemeye başladığımda da benzer duyguları yaşamıştım. "Çokk iyi yaa !". Onları değerlendirmek haddim değil elbet ama iç dünyamdaki tınlaması bu şekilde işte. ritim giderek yükselip bendirin üzerinde hareket eden  parmaklar görünmez olunca, yanımda artık bu dünyada olmayan çok sevgili hayat arkadaşımın narasını duydum. "yaşa! varol!" diye bağırıyordu, elimde olmadan gözyaşlarım yanaklarımdan süzüldü, süzüldü, süzüldü. Bendirin yükselen ritmi içimi soğuttu mu, yoksa içimi harladı mı bilinmez. Göz yaşlarım süzüldü, süzüldü. Yüzyıllardır sevda masallarının anlatıldığı bu diyarda, sevdasını sevdalısını ummana yeni bırakmış bir kadın, zikir yapar gibi çalınan bendirin sesiyle ne yapabilirdi ki. Gözlerimden akan yaşlar içimi söndürdü mü bilmiyorum. Söner mi bilmiyorum. Ama duyduğuma göre küllenirmiş. Zaman her şeyin ilacıymış. Dünya dediğimiz bu diyardan ne sevdalar geçmiş. Bu kadar gözyaşı yeter diyorum kendime, hayata dön, yola devam, yolda ne yolcularla karşılaşacaksın, ama o lezzetli yemek boğazıma diziliyor. Ve orada anlıyorum ki bu topraklara bir kez daha geleceğim. Ve ben o bendiri bir kez daha dinleyeceğim. 

Keşke buraya videosunu koyabilsem.  Ama siz iyi bir bendir ustasının müziğini koyun şimdi dinleyin burada ki benim hislerime yoldaşlık edin. 

Şiraz'a doğru yola çıkarken hava limanında yemek seçimimize yardımcı olan İranlı şirin genç hanımdan bahsedeyim biraz. Türkçeyi çok iyi konuşuyor. İsmi Aypara, yani Aypare.  Türkiye'yi ve Türkleri çok seviyor O da bir çok İranlı gibi. Öyle saygılı ki, yardımcı olmak için öyle çabalıyor ki. Biraz sohbet ediyoruz. Aslında Tahran'lı değilmiş. Ailesi evlendirmek isteyince evden kaçıyor, ve Tahran'a geliyor ve iş buluyor, ve kendine bir hayat kuruyor. Evet İran'da ki kadınlar bildiğiniz gibi değil. Çok güçlüler. Yukarıda bahsettiğim Tabiat köprüsünü yapan mimar da bir kadın, ismi Leyla, ve üstelik uluslararası ödüle layık görülmüş. Google amcaya sorarsanız o size anlatır detayları. Biz dönelim havalimanına Aypara'dan aldığım sinyal şu oldu "sarıl bana". Sarılmak ister misin dedim. Gözümün içine öyle bir baktı ve kafasını evet anlamında öyle bir salladı ki, kocaman açtım kollarımı gel dedim. Sıkıca sarıldı, başını omuzuma koydu ve içini çeke çeke ağlamaya başladı. Türk kızı Aypare. Sanki yıllardır görmediği bir yakınına kavuşmanın duygusuyla  sarılıyor bana, sarsılıyor bedeni. Seni de unutmayacağım, zaten kontaktayız. Ona diyorum ki, ben bilirim yalnız kadın olarak yaşamanın ne manaya geldiğini... başka da bir şey demiyorum ama ben bilirim ailenin hadi evlen, evlendirelim seni diye yaptığı baskılara karşı durmanın, ve kendi yolunu seçmenin ne demek olduğunu. İşte böyle duygularla uçuyoruz Şiraz'a. 

Şiraz bizi portakal çiçeği kokusu ve Akasya çiçeği kokusuyla karşılıyor. İki koku birbirine karışınca seçmesi de zor oluyor. Bu seyahatte edindiğim ikinci kız kardeş Esin, adı gibi, yüzüne bakınca sıcacık duygular yaratıyor sende. Benim gibi doğayla barışık. Keşfe açık. Hadi me hadisiyle karşılık veren kadın, Tohum peşine düşüşümüzü, sessizlik kulesine  yalnızca ikimizin  çıkışını ve o pencere muhabbetini unutmayacağım. 

Şirazın gece pazarını, kale etrafındaki eğlenceyi, dondurmasındaki ağzıma gelen süt kaymağının buzlu tadını, sokak müzisyenlerini, ışığın renkli vitraylardan içeri süzülmesini kayda almak için yaşanan çekişmelerin detayına girmeyeceğim. Persopolis i anlatmayacağım, Ama Sadi Şirazinin ve Hafız Şirazi türbesini anlatmadan da geçemeyeceğim. 

Sadi Şirazi dünyayı dolaşmış, Hafız Şirazi ise hiç Şiraz'dan çıkmamış iki şair. İkisi de o topraklarda doğup ölmüş büyük şairler. İranlılar şairlerine o kadar değer veriyorlar ki, türbeleri geniş alanlar üzerinde. Güller, şebboylar, aslanağızları, ağaçlarla süslenmiş türbeleri geniş alanlar içinde, kafeler, kitaplar, hediyelik eşya satan dükkanlar var, yaşatıyorlar mekanlarıyla, şiirleriyle, şarkılarıyla şairlerini, kalabalık ki nasıl kalabalık. İranlılar seviyor şairlerini, mezarları başında şiirler okuyorlar, bestelenmiş şiirleri dünyaca ünlü şarkıcıları tarafından dinletiliyor mekanlarda. Okul çocukları turlarla geliyorlar. 
Ve tabi ki ben de okudum Sadi'nin türbesinde Sadi'den şiir. Okumasaydım eksik kalırdı. Sadi Şirazi'nin Türbesinde ab ambarda (su ambarı) serinlerken akustiğin yardımıyla türkçeye çevrilmiş gazellerinden okudum, okudum okumasına da yüreğim kuş gibi çırpınıyor kafesinde. Buna bir şahit gerek, çünkü tek başıma taşıyamam bu duyguyu, Sevgili kızkardeşim Esine koy elini yüreğime diyorum. Elini koyduğunda anlıyor. O en iyi bilenlerdendir çocuk heyecanını, çünkü o bir öğretmen. 

Ve sonra Hafız ı ziyaret ediyoruz, öğreniyorum ki, İranlılar Hafız'ın divanını başları sıkışınca danışılacak kitap olarak kullanıyorlar, ve hafız onlara yol gösteriyor. Ve Seyahatimde tanıştığım sevgili Hakanla  kitapçının yolunu tutuyoruz. Olsun varsın, anlamasak da yazdıklarını biz Hafız'ın divanını alıp geleceğiz İran'dan. Hem Sadi Şirazi'nin hem de Hafız Şirazi'nin kitaplarını alıyoruz. Tabi ki farsça. Ama olsun varsın kitapların içinde minyatürler var. Hele Hafızın divanını açınca içinden gelen gül kokusu yok mu, bana Şirazı hatırlatacak hep.

Hafızın türbesinin dışında falınıza baktırabilirsiniz. Muhabbet kuşları size hafızdan beyitler çekiyor.  Tabi ki çektirdim. Niyet tutmadım, söyle hafız halim nicedir diye sordum, ve hafız da söyledi. Çeviriyi hep beraber otelin lobisindeki Paşa bize söylerken hepimizde "yok artık bu kadar olur" sözleri yankılanıyordu.

Hafızdan aldığım hediyemle Yezd e yolculuk başladı. Şehirler arası otobüsle çölden geçerek ulaştık. Çok güzel bir otelde kaldık. Yezd'in labirtentleri, sessizlik kuleleri, sönmeyen ateş, abambarlar, kanat dedikleri su taşıma sistemleri, evet suyun müzesini de gezdik, çöldeki sıcaklığı serinleten bagdir denilen rüzgar tuzaklarını da gördük. Yabancılara selam vermek için heyecanlanan gençleri de . Sevgili kız kardeşim Döndü ile ile dolaşırken labirentte bize coşku ile sarılan hoş gelmişsiniz diyen gençlerle de selamlaştık. 


Ve gönlümün sultanı İsfehan. Gezdiğin şehirlerden hangisi başa tutturulur derseniz İsfehan derim. Beni benden alan şehir, nefesimi kesen şehir. Bana kayıp parçalarımı veren şehir. 
Nakş ı Cihan meydanı... nasıl da büyüleyici. Son gün üç saat aynı noktada kıpırdamadan oturup seyrettiğim meydan. Çarşılarında dededen oğula İranı nakşeden ustalar. Halılar, kilimler, tatlılar, gümüşler, altınlar, bakırlar, çiniler, mineler, baharatlar, ve tabiki insanlar, insan hikayeleri. Nakşı Cihan meydanındaki Şeyh Lütfullah cami ve turkuazın şahlanmış hali. İstanbul'daki Sultan Ahmet cami mi yoksa şeyh Lütfullah cami mi mavi derseniz, açık ara Şeyh Lütfullah cami derim . Turkuazlar, gül desenleri beni benden aldı. Yok o duyguları anlatamam ancak yaşanır. Yazının sonunda ki şiirsel bir deneme belki duygularıma kılavuzluk eder.



Size son bir mekandan daha bahsetmeliyim. Cuma cami, ilk yapının bir zerdüşt tapınağı olduğu ileri sürülüyormuş. Tarih boyunca gelen bütün inançlar üst üste binayı genişleterek ilavelerle bugün ki haline getirdikleri bir kompleks yapmışlar. Nizamı Mülk'ün yaptırdığı kubbe sadece tuğladan, renkli değil ama nefes kesici. İsfahan iki kez nefesimi kesti birisi meydanı, diğeri bu kubbe. Ve bu kubbenin altında bir parçamı buldum, onu sevgiyle kabul ettim. Kayıp parçamı yerine yerleştirdim. Almam gerekeni alıp vermem gerekeni iade ettim. İçimdeki bütünlenme duygusu gözyaşlarımda ifade buldu. Başım dönüyor. mest içindeyim. Büyük bir aşkınlık duygusu hakim her bir hücremde. Ve bu duyguyu hep tutacağım. aldım yüreğimin en derin köşesine koydum İsfahan'dan gelen bu hediyeyi. Ve onu orada sonsuza dek saklayacağım. 

Kanıma Girdin İran

yüzlerce kelime dizdim yan yana duygularımı anlatsın diye, ama anlatamadım
hani demiş ya şair "kelimelerin bu kadar kifayetsiz olduğunu bilmezdim" diye
işte öyle bir şey 

Kanıma girdin İran 
alev alev akıyorsun içimde, yüzyılların sönmeyen ateşimi tutuşturan kanımı
yoksa insanlarının samimi gülümseyişi mi
başımı döndüren şebboylarının, portakal çiçeklerinin, akasyalarının kokusu mu
yoksa duvarlarına nakşettiğin pembe güller mi

kanıma girdin İran alev alev akıyorsun bende
cennet bahçelerinin yeryüzüne indirilmiş hali İsfahan mı heyecanlandıran beni 
yoksa Sadi Şiraz'inin mezarında şiirle dua edişim mi
nefesimi kesen meydanların, dilimi lal eden turkuazın, kadim binaların içindeki nefessiz halim. 
halılarına aktarılmış hikayelerden sihirli anlar, damağımda kalmış baharat tadı ve şirineler 
ruhumda tozlu binalarının tozlarının izi
senden İpekler, halılar, baharatlar yerine ruhumda ipek gibi duygular götürüyorum memleketime

sana gelmeden önce bilmezdim bu kadar büyülenebileceğimi
elimdeki şahmaranın benim kabuğumu değiştirebileceğini bilmezdim 
altının gücünü bilirdim de bakırın bu kadar maharetli olduğunu bilmezdim

kırık aynalarla yaratılmış şaheserler cenneti İran 
başımın üzerinde sihirli bir Hurşit parlıyor
kırık ayna parçalarında parçalanmış aksim yansıyor
Gülmeyi unutmuş yüz kaslarım ağrıyor

parçalarımla buluşmanın hafifliği üzerime hal oluyor

Ben seni böyle bilmezdim İran 
sendeki renklerin bende olduğunu, bendeki renklerin senin olduğunu bilmezdim 

tohumu ekip büyütebileceğimi bilirdim de 
bulutların arkasına saklanmış Hurşite söz geçirebileceğimizi bilmezdim. 
bir insanın aşktan kelebekler gibi uçmasını bilirdim de, bir toz zerresinin ışığa yükselişi gibi  uçabileceğimi bilmezdim

tarih boyu yaşanan acıların, anılardaki tatların, gelip geçen hayatların, tarihin muhafızlarının ve  zarafetin koruyucularının hala oralarda ne kadar çok emek sarf ettiğini bilmezdim. 

Aşukla Maşuğun buluşmasının ne manaya geldiğini,
seyyahla keşfedilen toprakların buluşmasının güzelliğini 
tarihin içinden çıkıp gelmiş tarihi anlatan minyatürlerinin başımı döndüreceğini bilmezdim. 

halılara, minyatürlere, gümüşlere, duvarlara, kemiklere, ahşaba, kağıda işlenmiş hikayelerin kaldı bende
Kanıma girdin İran ben seni böyle bilmezdim, ben beni böyle bilmezdim. 
gözümden akan yaş neden akar şimdi bilmezem. 



İran'daki bütün güzel insanlara ve bu seyahatte bana yoldaşlık herkese teşekkürlerimle.