"Ayinesi iştir kişinin / Lafa bakılmaz"


Marmaristen Datça'ya doğru yol aldığınızda,
Datça'ya 20 km tabelası ile Emecik Köyünün
giriş tabelasını görebilirsiniz.
Emeklilik zamanlarımı İstanbul dışında Kuzey Ege'de
Edremit körfezinde memleketim olan küçük bir köyde
geçirmeyi planlarken; hayat, Egenin en güneyine, ilk
cümlede tarifini verdiğim bu köye getirdi beni.
2007 Kasımdan beri yaşadığım bu köyde, köydeki hayatımla
ilgili tecrübelerimi/gözlemlerimi ve kaybolmaya yüz tutmuş
bilgileri zaman buldukça paylaşacağım.
Umarım zamana iyi bir tanıklık ederim.

Ve zaman değişti. Yol kasım 2014 de Emecik'ten Datça'nın içine düştü. Artık Hayat DATÇA'nın içinden akacak..

10 Mayıs 2025 Cumartesi

TARİFSİZ ÜLKE İRAN

Uzuuuuun bir aradan sonra Merhaba. O uzuuun araya neler neler girmedi ki. Acısıyla tatlısıyla.. Hayat gb. Zaten yaşanılanda hayattı. Çok şükür ki, bugün varım ve buradayım. Çocukluk hayallerimin başında okumak, yazmak ve gezmek gelir. Dünyayı tanımak. Dünya dediğimiz, gözümüzü açtığımızda bilmeye tanımaya başladığımız bu diyar çağırmıştır bizi ve bizde bu davete icabet ederiz. İşte bu davetlerle yol aldım hayatımda ben de. Bazen bir insan evladı çağırır, bazen bir orman çağırır, bir tohum çağırır, bir şehir, bir ülke çağırır, bazen de duygular, kokular, tatlar çağırır beni. Ve alırım o çağrıyı, giderim, davete icabet ederim. Bazen nereye gittiğimi bilmem, tanımam, araştırıp sormam ve kendime sormuşluğum da vardır, nereye gidiyorsun ? diye, içimden gelen sese kulak veririm, derse ki ayakların götürüyorsa git diye, yürürüm o yolu. 

İşte İran da bir kaç yıldır davet gönderiyordu bana, hadi artık gel diye. Gidecektim gitmesine de hiç bir meyve olgunlaşmadan dalından düşmez misali, "hadi"nin geldiği o an ve "Hadi"yle benim cevabımın öpüştüğü anda oldu yola çıkışım. 

Gittiğim coğrafyaya hazırlık yaparak gittiklerim de oldu,  hazırlıksız yaptığım seyahatlerim de. Bu kez neredeyse hiç hazırlık yapmadım. Kadim topraklara gidiyordum. Ve Zafer Bozkaya gibi bir seyyahla yol alacaktım, hazırlığa ne hacet vardı ki.  Zafer beyin yazdığı İran gezi rehberini meğerse ben edinmişim daha önce, seyahat sonrası kitaplığımı yeniden düzenlerken geçti elime. Hazırlık yapayım diye almışım ama hayat bana öyle büyük değişikliklerle gelmişti ki o ara okumaya fırsatım olmamıştı. Neyse, bu küçük parantez sonrası devam edelim anlatmaya.  Gezi rehberini uçakta açtım açmasına da  yanımızda oturan iki İranlı genç adamla öyle sohbetler yaptık ki, Tahran a nasıl geldik anlamadım, ve ben yine kitabı okuyamadım. 

Size Tahrandan Gülistan ve Sadabat saraylarını,  gittiğimiz müzeleri, dolaştığımız parkları, sokakları, tabiat köprüsünü, pazar yerlerini, çayhanelerini, yediklerimizi içtiklerimizi anlatmayacağım. Sevgili Zafer Bozkaya İran Gezi Rehberi kitabında öyle güzel anlatmış ki, eline al kendi ülkendeymiş gibi dolaşırsın İranı bu kitapla.  O yüzden ben, bende kalan İran ı anlatacağım size . 

Tahran, kalabalıkların ve karmaşanın şehri bence bütün büyük şehirler gibi gri . Tabi ki kendine has mimarisi var. Ama o karmaşa ve kalabalık bana biraz  İzmir'i,  eskiden keyifle dolaştığım İstanbul Eminönü'nü hatırlattı. Çok çarpılmadım ilk başta, ta ki ilk İran'ın ilk sihriyle karşılaşana dek. 

Tarihi binaların müzelerin arasında dolaşırken bir çay molası verdik Nadiri Otelin Cafesinde. İran'ın sanatçılarının buluşma yeriymiş. Benim için o kadar heyecan uyandıran bir mekan ki, düşünsenize bir ülkenin sanatına imza atmış herkes bir ara sizin ayak bastığınız o mekana geliyor, belki bizim oturduğumuz bu masaya oturuyor, onlar da belki benim dolaştığım gibi o mekanda dolaşıp görünmez bir iz bırakıyor, aynı hava mı bu soluduğumuz? bilinmez, ama ben de oradaydım demenin hazzı var bende. Mekanın duvarlarında minyatürler, Firdevs'inin şahnamesinden hikayeler, sanatçıların portre fotoğrafları duvarlarda. Üzerinde kitapların olduğu bir masa var ilerde, otomatik olarak çekiliyorum o masaya. Kitapların üzerinde dolaştırıyorum elimi. Hep dokunurum kitaplara, o yüzden sevmem dijital kitap okumayı. Ben elime aldığım kitabı severim. Orada yazardan akıp gelmiş kelimelerin dışında bana ulaşan başka bir ruh olduğunu düşünürüm. Elime bir kitap alıyorum ve açıyorum ..karşıma meslektaşlarımın fotoğrafı çıkıyor ve çocuk sevinciyle benden çıkan bir sesi duyuyor kulaklarım,  "aaa, burada da buldum meslektaşlarımı". Evet karşımda beyaz elbiseli, kırmızı şeritli kepleriyle meslektaşlarım bir anı fotoğrafı bırakmış sayfalara, gelip benim onları bulmam için. Yazıları anlamıyorum doğal olarak çünkü farsça ve arapça harflerle yazılmış. Hemen yanında başka bir kitap dikkatimi çekiyor, Furuğ'un fotoğrafına benziyor. Furuğ olmalı, "yaralarım aşkantır". Ama o da farsça. İki kitabı bırakıp masaya geliyorum. Yol arkadaşlarım çaylarını yudumlamaya başlamış. Ben eski bir dostla karşılaşmanın heyecanı içinde bu karşılaşmayı anlatıyorum. Ve yolda edindiğim sevgili kız kardeşim Döndü diyor ki, "fotoğrafını çeksene, anı olur". Döndü'ye buradan teşekkür ederim, ben bu tür anıları kayıt etmek yerine aklımın içine kayıt ederdim. Ama bu kez anladım ki somut hale getirdiğinde kayıt daha güçlü oluyor. Bu da İran'dan bana gelen ikinci hediye oldu. 

Fotoğraf çekmek için masaya gittiğimizde, selamlaştığım iki İranlı zarif hanımla buluşuyoruz masa başında ve onlardan öğreniyorum ki elime aldığım kitap İran'daki Hemşirelik tarihini anlatan bir kitapmış. Ve evet yanında ki de Furuğ un kitabıymış. 




Tahran'dan aklımda kalacak ikinci anı ise Azeri çayhanesindeki müzikli akşam. Adının Azeri çayhanesi olduğuna bakmayın, İran müziğinden örnekler dinleyebileceğiz canlı müziğin  olduğu bir mekan. E tabi burada da Firdevs'inin Şahnamesinden Minyatürlerin olduğu tablolar var ve İran'a ait objlerin olduğu müzemsi bir mekan burası. Yemeklerimiz servis edilirken sahnede iki sanatçı santur ve bendir çalıyor. Bendire İran'da def diyorlar sanırım. 

Yıllar önce Bakırköy'de bir barda Dodan ı tanımazken ve O da, bu kadar çok tanınır olmazdan önce ilk kez dinlemeye başladığımda da benzer duyguları yaşamıştım. "Çokk iyi yaa !". Onları değerlendirmek haddim değil elbet ama iç dünyamdaki tınlaması bu şekilde işte. ritim giderek yükselip bendirin üzerinde hareket eden  parmaklar görünmez olunca, yanımda artık bu dünyada olmayan çok sevgili hayat arkadaşımın narasını duydum. "yaşa! varol!" diye bağırıyordu, elimde olmadan gözyaşlarım yanaklarımdan süzüldü, süzüldü, süzüldü. Bendirin yükselen ritmi içimi soğuttu mu, yoksa içimi harladı mı bilinmez. Göz yaşlarım süzüldü, süzüldü. Yüzyıllardır sevda masallarının anlatıldığı bu diyarda, sevdasını sevdalısını ummana yeni bırakmış bir kadın, zikir yapar gibi çalınan bendirin sesiyle ne yapabilirdi ki. Gözlerimden akan yaşlar içimi söndürdü mü bilmiyorum. Söner mi bilmiyorum. Ama duyduğuma göre küllenirmiş. Zaman her şeyin ilacıymış. Dünya dediğimiz bu diyardan ne sevdalar geçmiş. Bu kadar gözyaşı yeter diyorum kendime, hayata dön, yola devam, yolda ne yolcularla karşılaşacaksın, ama o lezzetli yemek boğazıma diziliyor. Ve orada anlıyorum ki bu topraklara bir kez daha geleceğim. Ve ben o bendiri bir kez daha dinleyeceğim. 

Keşke buraya videosunu koyabilsem.  Ama siz iyi bir bendir ustasının müziğini koyun şimdi dinleyin burada ki benim hislerime yoldaşlık edin. 

Şiraz'a doğru yola çıkarken hava limanında yemek seçimimize yardımcı olan İranlı şirin genç hanımdan bahsedeyim biraz. Türkçeyi çok iyi konuşuyor. İsmi Aypara, yani Aypare.  Türkiye'yi ve Türkleri çok seviyor O da bir çok İranlı gibi. Öyle saygılı ki, yardımcı olmak için öyle çabalıyor ki. Biraz sohbet ediyoruz. Aslında Tahran'lı değilmiş. Ailesi evlendirmek isteyince evden kaçıyor, ve Tahran'a geliyor ve iş buluyor, ve kendine bir hayat kuruyor. Evet İran'da ki kadınlar bildiğiniz gibi değil. Çok güçlüler. Yukarıda bahsettiğim Tabiat köprüsünü yapan mimar da bir kadın, ismi Leyla, ve üstelik uluslararası ödüle layık görülmüş. Google amcaya sorarsanız o size anlatır detayları. Biz dönelim havalimanına Aypara'dan aldığım sinyal şu oldu "sarıl bana". Sarılmak ister misin dedim. Gözümün içine öyle bir baktı ve kafasını evet anlamında öyle bir salladı ki, kocaman açtım kollarımı gel dedim. Sıkıca sarıldı, başını omuzuma koydu ve içini çeke çeke ağlamaya başladı. Türk kızı Aypare. Sanki yıllardır görmediği bir yakınına kavuşmanın duygusuyla  sarılıyor bana, sarsılıyor bedeni. Seni de unutmayacağım, zaten kontaktayız. Ona diyorum ki, ben bilirim yalnız kadın olarak yaşamanın ne manaya geldiğini... başka da bir şey demiyorum ama ben bilirim ailenin hadi evlen, evlendirelim seni diye yaptığı baskılara karşı durmanın, ve kendi yolunu seçmenin ne demek olduğunu. İşte böyle duygularla uçuyoruz Şiraz'a. 

Şiraz bizi portakal çiçeği kokusu ve Akasya çiçeği kokusuyla karşılıyor. İki koku birbirine karışınca seçmesi de zor oluyor. Bu seyahatte edindiğim ikinci kız kardeş Esin, adı gibi, yüzüne bakınca sıcacık duygular yaratıyor sende. Benim gibi doğayla barışık. Keşfe açık. Hadi me hadisiyle karşılık veren kadın, Tohum peşine düşüşümüzü, sessizlik kulesine  yalnızca ikimizin  çıkışını ve o pencere muhabbetini unutmayacağım. 

Şirazın gece pazarını, kale etrafındaki eğlenceyi, dondurmasındaki ağzıma gelen süt kaymağının buzlu tadını, sokak müzisyenlerini, ışığın renkli vitraylardan içeri süzülmesini kayda almak için yaşanan çekişmelerin detayına girmeyeceğim. Persopolis i anlatmayacağım, Ama Sadi Şirazinin ve Hafız Şirazi türbesini anlatmadan da geçemeyeceğim. 

Sadi Şirazi dünyayı dolaşmış, Hafız Şirazi ise hiç Şiraz'dan çıkmamış iki şair. İkisi de o topraklarda doğup ölmüş büyük şairler. İranlılar şairlerine o kadar değer veriyorlar ki, türbeleri geniş alanlar üzerinde. Güller, şebboylar, aslanağızları, ağaçlarla süslenmiş türbeleri geniş alanlar içinde, kafeler, kitaplar, hediyelik eşya satan dükkanlar var, yaşatıyorlar mekanlarıyla, şiirleriyle, şarkılarıyla şairlerini, kalabalık ki nasıl kalabalık. İranlılar seviyor şairlerini, mezarları başında şiirler okuyorlar, bestelenmiş şiirleri dünyaca ünlü şarkıcıları tarafından dinletiliyor mekanlarda. Okul çocukları turlarla geliyorlar. 
Ve tabi ki ben de okudum Sadi'nin türbesinde Sadi'den şiir. Okumasaydım eksik kalırdı. Sadi Şirazi'nin Türbesinde ab ambarda (su ambarı) serinlerken akustiğin yardımıyla türkçeye çevrilmiş gazellerinden okudum, okudum okumasına da yüreğim kuş gibi çırpınıyor kafesinde. Buna bir şahit gerek, çünkü tek başıma taşıyamam bu duyguyu, Sevgili kızkardeşim Esine koy elini yüreğime diyorum. Elini koyduğunda anlıyor. O en iyi bilenlerdendir çocuk heyecanını, çünkü o bir öğretmen. 

Ve sonra Hafız ı ziyaret ediyoruz, öğreniyorum ki, İranlılar Hafız'ın divanını başları sıkışınca danışılacak kitap olarak kullanıyorlar, ve hafız onlara yol gösteriyor. Ve Seyahatimde tanıştığım sevgili Hakanla  kitapçının yolunu tutuyoruz. Olsun varsın, anlamasak da yazdıklarını biz Hafız'ın divanını alıp geleceğiz İran'dan. Hem Sadi Şirazi'nin hem de Hafız Şirazi'nin kitaplarını alıyoruz. Tabi ki farsça. Ama olsun varsın kitapların içinde minyatürler var. Hele Hafızın divanını açınca içinden gelen gül kokusu yok mu, bana Şirazı hatırlatacak hep.

Hafızın türbesinin dışında falınıza baktırabilirsiniz. Muhabbet kuşları size hafızdan beyitler çekiyor.  Tabi ki çektirdim. Niyet tutmadım, söyle hafız halim nicedir diye sordum, ve hafız da söyledi. Çeviriyi hep beraber otelin lobisindeki Paşa bize söylerken hepimizde "yok artık bu kadar olur" sözleri yankılanıyordu.

Hafızdan aldığım hediyemle Yezd e yolculuk başladı. Şehirler arası otobüsle çölden geçerek ulaştık. Çok güzel bir otelde kaldık. Yezd'in labirtentleri, sessizlik kuleleri, sönmeyen ateş, abambarlar, kanat dedikleri su taşıma sistemleri, evet suyun müzesini de gezdik, çöldeki sıcaklığı serinleten bagdir denilen rüzgar tuzaklarını da gördük. Yabancılara selam vermek için heyecanlanan gençleri de . Sevgili kız kardeşim Döndü ile ile dolaşırken labirentte bize coşku ile sarılan hoş gelmişsiniz diyen gençlerle de selamlaştık. 


Ve gönlümün sultanı İsfehan. Gezdiğin şehirlerden hangisi başa tutturulur derseniz İsfehan derim. Beni benden alan şehir, nefesimi kesen şehir. Bana kayıp parçalarımı veren şehir. 
Nakş ı Cihan meydanı... nasıl da büyüleyici. Son gün üç saat aynı noktada kıpırdamadan oturup seyrettiğim meydan. Çarşılarında dededen oğula İranı nakşeden ustalar. Halılar, kilimler, tatlılar, gümüşler, altınlar, bakırlar, çiniler, mineler, baharatlar, ve tabiki insanlar, insan hikayeleri. Nakşı Cihan meydanındaki Şeyh Lütfullah cami ve turkuazın şahlanmış hali. İstanbul'daki Sultan Ahmet cami mi yoksa şeyh Lütfullah cami mi mavi derseniz, açık ara Şeyh Lütfullah cami derim . Turkuazlar, gül desenleri beni benden aldı. Yok o duyguları anlatamam ancak yaşanır. Yazının sonunda ki şiirsel bir deneme belki duygularıma kılavuzluk eder.



Size son bir mekandan daha bahsetmeliyim. Cuma cami, ilk yapının bir zerdüşt tapınağı olduğu ileri sürülüyormuş. Tarih boyunca gelen bütün inançlar üst üste binayı genişleterek ilavelerle bugün ki haline getirdikleri bir kompleks yapmışlar. Nizamı Mülk'ün yaptırdığı kubbe sadece tuğladan, renkli değil ama nefes kesici. İsfahan iki kez nefesimi kesti birisi meydanı, diğeri bu kubbe. Ve bu kubbenin altında bir parçamı buldum, onu sevgiyle kabul ettim. Kayıp parçamı yerine yerleştirdim. Almam gerekeni alıp vermem gerekeni iade ettim. İçimdeki bütünlenme duygusu gözyaşlarımda ifade buldu. Başım dönüyor. mest içindeyim. Büyük bir aşkınlık duygusu hakim her bir hücremde. Ve bu duyguyu hep tutacağım. aldım yüreğimin en derin köşesine koydum İsfahan'dan gelen bu hediyeyi. Ve onu orada sonsuza dek saklayacağım. 

Kanıma Girdin İran

yüzlerce kelime dizdim yan yana duygularımı anlatsın diye, ama anlatamadım
hani demiş ya şair "kelimelerin bu kadar kifayetsiz olduğunu bilmezdim" diye
işte öyle bir şey 

Kanıma girdin İran 
alev alev akıyorsun içimde, yüzyılların sönmeyen ateşimi tutuşturan kanımı
yoksa insanlarının samimi gülümseyişi mi
başımı döndüren şebboylarının, portakal çiçeklerinin, akasyalarının kokusu mu
yoksa duvarlarına nakşettiğin pembe güller mi

kanıma girdin İran alev alev akıyorsun bende
cennet bahçelerinin yeryüzüne indirilmiş hali İsfahan mı heyecanlandıran beni 
yoksa Sadi Şiraz'inin mezarında şiirle dua edişim mi
nefesimi kesen meydanların, dilimi lal eden turkuazın, kadim binaların içindeki nefessiz halim. 
halılarına aktarılmış hikayelerden sihirli anlar, damağımda kalmış baharat tadı ve şirineler 
ruhumda tozlu binalarının tozlarının izi
senden İpekler, halılar, baharatlar yerine ruhumda ipek gibi duygular götürüyorum memleketime

sana gelmeden önce bilmezdim bu kadar büyülenebileceğimi
elimdeki şahmaranın benim kabuğumu değiştirebileceğini bilmezdim 
altının gücünü bilirdim de bakırın bu kadar maharetli olduğunu bilmezdim

kırık aynalarla yaratılmış şaheserler cenneti İran 
başımın üzerinde sihirli bir Hurşit parlıyor
kırık ayna parçalarında parçalanmış aksim yansıyor
Gülmeyi unutmuş yüz kaslarım ağrıyor

parçalarımla buluşmanın hafifliği üzerime hal oluyor

Ben seni böyle bilmezdim İran 
sendeki renklerin bende olduğunu, bendeki renklerin senin olduğunu bilmezdim 

tohumu ekip büyütebileceğimi bilirdim de 
bulutların arkasına saklanmış Hurşite söz geçirebileceğimizi bilmezdim. 
bir insanın aşktan kelebekler gibi uçmasını bilirdim de, bir toz zerresinin ışığa yükselişi gibi  uçabileceğimi bilmezdim

tarih boyu yaşanan acıların, anılardaki tatların, gelip geçen hayatların, tarihin muhafızlarının ve  zarafetin koruyucularının hala oralarda ne kadar çok emek sarf ettiğini bilmezdim. 

Aşukla Maşuğun buluşmasının ne manaya geldiğini,
seyyahla keşfedilen toprakların buluşmasının güzelliğini 
tarihin içinden çıkıp gelmiş tarihi anlatan minyatürlerinin başımı döndüreceğini bilmezdim. 

halılara, minyatürlere, gümüşlere, duvarlara, kemiklere, ahşaba, kağıda işlenmiş hikayelerin kaldı bende
Kanıma girdin İran ben seni böyle bilmezdim, ben beni böyle bilmezdim. 
gözümden akan yaş neden akar şimdi bilmezem. 



İran'daki bütün güzel insanlara ve bu seyahatte bana yoldaşlık herkese teşekkürlerimle. 





 


3 Mart 2021 Çarşamba

Sahi Bir Hayata Kaç Trajedi Sığar? ( Elizabeth Turganova'nın ardından)


                                                      

Datça’nın 8-10 bin nüfuslu zamanları. Buraya yerleşeli birkaç yıl olmuş. Cumartesi pazarında kıyafet, çorap, eşofman, dokuma masa örtüleri vb gb birçok şeyin satıldığı sokaktayım. Postanenin arkasından başlayıp ambarcı caddesine çıkan, ana yola paralel, şimdi trafiğe kapalı yol, o zamanlar pırtı pazarı diye adlandırabileceğim Pazar bölümü. Rengarenk cıvıl cıvıl bana göre. Ambarcı caddesini kesen köşeye yakın bir noktada kıyafet bakıyorum. Hırka ya da tişört benzeri bir şey olsa gerek. XS beden elimdeki. “Bunun midyum bedeni var mı?” diye soruyorum satıcıya. “Yok” diyor satıcı.” Olsa ne güzel olurdu” derken yanımda bir kadın beliriyor. “Değil mi ama” diyor, “şimdiki kadınlar hamsi gibi, oysa kadın dediğin etli butlu olur..”

Başımı çevirip bakıyorum,  tanıdık bir sima değil, bu toprakların insanlarına benzemiyor. Yaşını kestiremiyorum, beyaz tenli,  gece gibi simsiyah boyalı saçları düz ve küt kesim, çene hizasında. Gözlere eyeliner çekilmiş, o da siyah. Kırmızı bir ruj, kırmızı ojeler tırnaklarında. Elinde bir baston, eldivenleri var satenden dirseğine kadar gelen, şapkası, ve dimdik duruşu ile farklı bir kadın.. Ben Liz diyor. Memnun oldum diyorum. Ortaçağın kraliyet dönemini anlatan filmlerdeki kadın figürü sanki.  Datça da böyle bir karaktere daha önce hiç rastlamadım. Ayaküstü konuşuyoruz, ressammış, Rus’muş, Datça'yı çok severmiş

Aradan zaman geçiyor, onun masaj yaptığını öğreniyorum başkalarından. İyi de masaj yaparmış. Öyle söylerler.

Datça’da zaman geçiyor, 2015 ya da 2016 olmalı, yollarımız yine kesişti Liz’le. Zaman zaman evine gidiyorum, komşu sitede oturuyor, anlatıyor, o kadar yoğun bir yalnızlık ki, o kadar derin, “İnsan diyor duvarlarla konuşur mu?”

Hayat hikayesini biraz anlatıyor, bir kızı varmış hayırsız mı hayırsız, Gürcüstan’daki evini onun imzasını taklit ederek satmış. Evi yok. Kirada. 65 yaş üstü üç aylık ile geçiniyormuş. Arada da masaj yapıyor, alan olursa resimlerini satıyor.

O kadar çok istiyor ki birisi ona sahip çıksın, yalnızlığını gidersin. Ama bunu böyle açık açık söylemiyor, söyleyemez, gururlu ve de kendisini tanımlarken “azıcık huysuzum ben” diyor.

Zamanla anlıyorsun ne acıları olduğunu. Altı yaşında annesini kaybediyor, ve bir üvey anne geliyor eve, Rusya’nın Sovyetler olduğu dönem. Baba KGB üst yöneticisi, piyano, dans eğitimi alıyor Liz, bir süre sonra baba ölüyor. Liz yazları Üvey annesinin köyüne gönderiliyor, orada ünlü bir ressamdan çizim dersleri alıyor. Sanırım üniversite yılları, mantık evliliği yapıyor. İşte bana anlattığı kızı bu evlilikten.

Üniversite sonrası bir gazetede çalışıyor, yaptığı haber muhalif görülüyor ve hapse atılıyor, orada tesadüfen uzaktan akraba bir sporcu yeğen/ kuzenle karşılaşıyor, ve Liz’e masaj yapmayı öğretiyor. “Ne işime yarayacak ki bu” diyor Liz, “sen bil, gün gelir kullanırsın” diyor akraba sporcu hanım. Bunları anlatıyor bana, nasıl masaj öğrendiğini anlatırken.

İlk evlilik aşk evliliği değil. Bu boşanma ile son buluyor. Bir süre sonra ikinci evlilik bu kez aşk evliliği. Bir oğlu oluyor. Yeni kocası kolhoz yöneticisi, yani bir tür imalathane ya da fabrika, orada müdür. İşler yolunda. Bir süre sonra Sovyetler dağılıyor, Çeçen mafyası fabrikayı devretmesini istiyor. Koca direniyor devretmek istemiyor, ve bir gün yaşadıkları evin kapısı çalınıyor. Kapıyı açıyorlar kapı önünde bir paket, paket açıldığında gördükleri şey,  20 yaşındaki delikanlı olmuş oğullarının başı.

Bu noktadan sonra, alkolizm, yoksulluk, sıkıntı. Sıkıntı kelimesi az, neredeyse cehennem hayatı. Yıllar geçiyor, Ve bir şekilde Türkiye’ye geliyor. Karadeniz kıyılarında özellikle Trabzon’da Nataşa dönemi var. Bir otelde bulaşıkçılık yapıyor. Bedenini satmıyor, direniyor. Böbrekleri rahatsız, uzun bir zaman sonra bir insan evladı ona yardımcı oluyor, İstanbul’a ulaşıyor. Bebek ve yaşlı bakıcılığı yapıyor. Son yaşlı bakıcılığı yaptığı yerden ayrılıp Adapazarı’na Sapanca gölü kenarında bir otel de masaj terapi işine başlıyor. Veeee, 99 depremi ile hayat bir kez daha alt üst oluyor. Bu arada Türkiye’de de bir eşi oluyor. Bir süre sonra hayat, Marmaris-Datça-Marmaris ve yine Datça hayatı şeklinde devam ediyor..

İşte ben onu son Datça macerasında tanıdım. Türkiye’deki son eşinden ayrılma sebebini bana “o benden çok gençti, ben onun istediğini ona veremezdim, o hayatına devam etmeliydi, o yüzden boşadım demişti.” Ne derece doğru bilemiyorum. Bu hikayenin bir bölümünü Liz’den dinledim, bir bölümünü hayatının kaleme alındığı kitaptan öğrendim.

Burada anlatamadığım daha birçok trajedi var hayatında. Kitabı bitirdikten sonra kendime sordum. Bir insan, bir ömre kaç trajedi sığdırır?

Liz, hiç huzur evine gitmek istemiyordu. Gitse bile özel bir odası olsun, odasını başka kimse ile paylaşmasın, boyaları olsun, ve çizsin istiyordu. Ama kirada olmak, bir geliri olmaması başlı başına problemdi. Yakın hissettiklerine, ev kirasını ödeyebilmek için ya da zaruri ihtiyaçlarını karşılamak için paraya ihtiyacı olduğunu söylemeye bile ne kadar zorlandığını ve karşılığını tabloları ile ödemek istediğini bilirim. Önce Fethiye, oradan da Niğde’ye Bor'a gönderilmiş huzur evi yetkililerince. Hiç istemediği huzur evinde ölmüş. Ve çok istediği Datça’ya da gömüldü şimdi.

Böyle bir hayatı yaşamak, bu yükleri taşımak hiç kolay değil. Bu trajedinin bir tanesini taşıyamayan nice insan var aramızda. Hayat çok ama çok zordu onun için. O da çok zorlanıyordu biliyorduk. Ama sanki dünyanın bütün kötülüklerine inat yaşıyordu, simsiyah boyalı saçları, elinde bastonu, ellerinde eldivenleri, başında şapkası, gözünde sürmesi, dudağında kırmızı ya da pembe ruju, ojeli tırnakları, eskimiş ama temiz kıyafetleri ile dimdik, belki aç, belki susuz, ama açlığını ve susuzluğunu belli etmeden, parasız ama gönül zenginliği ile, eğilip bükülmeden, dimdik ayakta kalmaya çalışarak. 

Keyfi olduğunda kahvesini yudumlarken söylediği aryalarıyla anılarda şimdi.

Bütün bunlar aklımda kalan anılardan, kitabını okunması için birine verdim, ama hatırlamıyorum. Yanıldığım olursa affola. Az sayıda, onu tanıyan kişilerce ve de vasiyeti üzerine (beni aryalarla toprağa verin) toprağa verildi. Onun için dua okuyan insan evladları vardı mezarı başında.

Yolun ışık olsun, biliyoruz ki, çok derin eksikliğini hissettiğin annene, babana, oğluna kavuştun, dilerim onların kucağında yaraların bir an önce iyileşir Liz…

Sahi bir hayata kaç trajedi sığar?

Elizabeth Turgonova anısına.

02/03/2021 Datça.




not. aşağıdaki hariç diğer fotolar sosyal medyadan alınmıştır. 












25 Ağustos 2017 Cuma

SAYIKLAMALAR




YAŞ DEĞİŞTİRME SAYIKLAMALARI

Değişiyorum, dönüşüyorum, bedenim değişiyor, on sekizimde değilim, yirmililer, otuzlular hiç değil artık elliye merdiven dayadım, aslında bedenim çoktan değişti, kendimi hala genç hissediyorum diyorum, evet hala genç hissediyorum, duygularım bunu söylerken aklımın aslında ne kadar büyüdüğünü görüyorum. Mesela aşka inandım hep, aşkla yaptım birçok işimi, aşkla değişildiğini gördüm, ama aşkın her şey olmadığını biliyorum artık. Yirmilerimde ve otuzlarımda hani mecnun misali, bir insanın aşkı için kilometrelerce yol yürüdüğünü ya da kendini dağlara vurduğunu duysaydım ya da görseydim eğer, o insana büyük hayranlık beslerdim ( ki besledik birçoğumuz), ama şimdi artık aklım diyor ki "bu hastalıklı bir tutku olabilir!", O insanı yakından tanıman gerekir. Öte yanda oturan diğer aklım başka bir kışkırtıcı soru soruyor, yakından tanımak ne demek?, tanıdığım zannettiğin onu ya da kendini ne kadar yakından tanıyorsun? Bir insan ne kadar yakından tanınabilir? Tanına bilinir mi? Değişiyorum, Otuzlarımda ve yirmilerimde bu sorunun cevabı evet olurdu şimdi ise şüphe ile yaklaşıyorum. 

Değişiyorum; İnsanlar hakkında kesin yargılarım olduğunu, aslında o yargılarımla ne kadar çok insanı incittiğimi görüyorum. Yirmilerimde ve otuzlarımda belki de bunun bu kadar farkında değildim (burada biraz torpil geçeyim, kendime bu kadar haksızlık etmeyeyim) ama şimdi farkındayım, “ak”a ak “kara”ya kara demeden önce akın etrafında dolanıp bakmaya çalışıyorum. Ak gerçekten Ak mı? Ak gerçekte ne kadar ak? Eğer ak “ak” değilse ak dediğimde, benim ak dememden ne kadar etkilenir? Akın etkileşimde olduğu griler acaba ak dememden ya da demememden ne kadar etkilenir? Etkilenir mi? Onu değerlendirmeye çalışıyorum. Geçmişte kolayca aka ak, karaya kara diyerek ne tür hatalar yaptığımı düşünüyorum. Gerçekte “ak”ın ne kadar göreceli olduğunu herkese göre “ak” algısının ne kadar farklı olduğunu düşünüyorum. Aslında “kara” pozisyonunun kendimiz için yıkıcı olduğunda kara ya ne kadar  kara demeyip  “kara” yı  “ak”  pozisyonuna sürüklediğimizi ve ya sürüklemediğimizi düşünüyorum. Artık insanlar hakkında duyduklarımı değerlendirirken genel kabullerden yola çıkarak değil, o insanın durduğu noktaya kendimi koyarak, onu anlamaya çalışarak kelam etmeyi tercih ediyorum. Artık kolayca “ak” a ak, kolayca “kara” ya kara diyemiyorum.

Değişiyorum; yirmilerimde ve otuzlarımda yolda duran bir taşı alıp bir kenara koyarken, “taşa takılıp düşenler, zarar görenler olabilir” diye düşünürken, şimdi o taşı bir kenara koymamın ne kadar doğru olup olmadığını düşünüyorum. O taşı bir kenara koyarsam “taşa takılıp düşecek insanın taşa takılıp düşme” hayat deneyimini elinden alıp almadığımı düşünüyorum. 

Değişiyorum; gençliğimde bilgiye tapınırken şimdi “bilmenin” her şey olmadığını, önemli olanın ne kadar biliyorsan o bildiğini hayatına geçirmenin daha önemli olduğunu biliyorum. Ve aslında ne kadar çok şey bilip de hayatıma ne kadar az şey geçirebildiğimi düşünüyorum. Ne kadar çok ahkamlarım olduğunu, o ahkamlarımızla ne kadar çok insanı incittiğimizi düşünüyorum. Ne kadar sivriliklerim olduğunu, o sivriliklerimi törpülemeye çalıştığımı biliyorum. İlk gençliğimden beri “ya göründüğün gibi ol ya da olduğun gibi görün” lafını hayat yolculuğumda hedef olarak önüme koydum. Şimdilerde ise insanın ne kadar katman katman olduğunu “olma”nın nasıl olduğunu, olup olmadığımı, ne kadar göründüğümü ya da ne kadar görünmediğimi, ne kadar göründüğüm gibi olduğumu ya da ne kadar görünmediğim gibi davrandığımı düşünüyorum.
Hala gençliğimde ki gibi ateşli tartışmalara giriyorum, hala ateşli fikir savunuları yapıyorum, eski alışkanlıklar kolay değişmiyor ama artık nefes alma aralarında kendime yandan bir bakış fırlatıp ne yapıyorsun bu hararetle savunduğun fikirler ne kadar doğru, bu kadar hararete değer mi? Bu hararetinin sonuçlarını görebiliyor musun? Diye sormadan edemiyorum. 

Düşünüyorum, Sorguluyorum; insan olmanın aslında ne demek olduğunu, insanın gerçekten erdemli olup olmadığını, aslında bunların ne kadar bize öğretilenler olup olmadığını, ne kadar gerçek ben olduğu mu? Olmadığımı? Sorguluyorum. Hatta bu yazıyı yazdığım şu dakika da yazı hakkında bunun bir ahkam olup olmadığını bile soruyorum. Ve sanırım bildiğim bir şey var, soru sorduğum sürece düşe kalka da olsa yolumu bulabilirim. Sahi yol nedir? 

18/08/2017 Datça

17 Ocak 2015 Cumartesi

Yeni İnsanlarla, Yeni Bir Şehirde, Yeni Yılı Karşılamak / Karşı Kıyı Atina

Bir yılbaşı kutlaması hayalim var, Müslüman olmayan bir şehrin meydanında, çanlar çalarken, havai fişekler atılırken, her yer ışıklarla süslüyken yeni yıla merhaba demek. Havai fişekler başıma yağmalı, ben onları başım yukarda seyrederken boynum tutulmalı, kulaklarım çan sesinden çınlamalı, insanların zıplamaları, sarılmaları, öpüşmeleri. Bu kadar karamsar ve umutsuz ortamda bir nebzede olsa kısacık mutluluk anları.

Atina'da yaşayan Büyükadalı İrinula'ya bu hayalimden bahsetmiştim yazın bizi ziyarete geldiğinde. Diğer Avrupa şehirleri ölü ama Atina daha güzelmiş yılbaşında. Davete icabet etmemek olmaz dedik, erken biletle, her tarafın kar kıyamet olduğu günlerde Atina'daydık.

Yılbaşının kutsal bir yanı yok diyenler yanılıyorlar. Ortodokslar için kutsal. Rumların inancına göre; ilk Hristiyanlık döneminde, Kayseri'de yaşayan ilk Hristiyanlardan o bölgenin iktidar sahibi, o sene her zamankinden çok fazla vergi talep eder. Ama öyle böyle değil. Eğer vermezseniz..... "kırk katır ya da kırk satır misali" yani. Elde avuçta ne varsa toparlanır ve kiliseye getirilir. Amma velakin ne olursa olur vergi toplayıcı sırra kadem basar ve gelmez. Kilisenin elinde bir sürü yiyecek, giyecek, ziynet eşyası v.b kalır. Kim ne bıraktı bilinmiyor, Aziz Vasilis düşünür ve toplanmış olan şeyleri  hasta ve çocuklardan başlayarak herkese dağıtır. İşte Rumların yılbaşı inancı. Bu yüzden çamlar süslenir, altına hediye paketleri konulur ve noel baba hediyeleri dağıtır.

 
Bizde noel anne dağıttı..
 
Arkadaşım geleneklerine bağlı bir hanım. Eve girdiğimizde her yer Noel süsleri ile doluydu. Mutfak havlusundan peçeteye kadar her şeyde Noel Baba vardı.

 
 31 aralık sabahı kapı erkenden çalmaya başladı, çocuklar ellerindeki demirden üçgeni bir metalle çalıyorlar (bir tür zil) ve Noel şarkısını söyleyip yılbaşı harçlığı topluyorlar. Noel şarkısında Kayserili Aziz Vasilis anılıyor, ve ondan evin hanımına hayır duaları, bolluk, bereket dilekleri getiriliyor.

Bütün gün yemek hazırlama telaşı, akşam yemek saati yaklaştığında masa hazırdı.

 
Akşam dediysem, Yunanistan'da akşam yemeği saati 22:00 da başlar, daha erken restorana giderseniz, çok sakindir, sizi hemen tanırlar, turistsinizdir.

Gelenlerde yemekle gelince masa üstünde yer kalmadı. Ben de (Büyükada'dan gitmek zorunda kalıp orada yaşayanlara sürpriz oldu) mercimek köftesi yaptım. Orada mercimek köftesi bilinen bir tat değil. Yemek bitmişti ki gece 12:00 yi vurmadan geri sayım başladı ve ışıklar söndü, çatal kaşık, tencere tava, tabaklar vurulup büyük gürültü yapılarak yeni yıl şarkısı herkes tarafından söylendi. Işıklar yandı, herkes herkesi öptü, Rumcası "çok senelere" kalihronya denildi. Ve gelenek üzere içinde para saklı yılbaşı çöreği kesildi, pay edildi, şampanya patlatıldı.
Herkes heyecanla paranın kime çıktığını aradı, ama bulamadı. Para yok. Oysa yılbaşı ağacının altında uğur var, şanslı kişiye verilmek üzere bekliyor. Çörek parçalandı. Para yok. En sonunda çöreği yapan kişinin para koymadığına kanaat getirilip kura çekilmesine karar verildi. Ve hediyelerin başına geçildi. En çok çocuklar sevindi diyeceğim ama bence hediye alan herkes sevindi. Şarkılar söylendi, halaylar çekildi, danslar edildi.

İstanbul'da yağan karın soğuğu ve ayazı Atina'ya düştü. Son yirmi yılın en soğuk ve tepelerine kar düşen bir Atina' da yılbaşı ve sabahı. Bu benim şansım olsa gerek, iyiye mi yoksa kötüye mi işaret bilemedim. Soğuk ve karla karışık yağmurun olduğu ilk 2015 sabahında Glifada da uyandık. Kahvaltı sonrası dediysem öğleden sonra, İrini'nin oğlu Yani  bizi şehir dışında bir yere götürdü. Sounion'a. Sanırım 50-60 km gittik. Tipiden tepeye çıkmak imkansız. Burası Poseidonun tapınağı. İrini buranın mitolojik hikayesini anlattı. Girit adasında öküz başlı bir canavar yaşarmış. Ve bu canavara her sene kurban olarak güzel kızlar ve oğlanlar gönderilir. Sıra Atina şehrine geldiğinde Kral Aigeus un oğlu bu duruma itiraz eder ve canavarla savaşmaya gider. Babası ne yapsa da oğlunu bu kararından caydıramaz. Gitmeden yapılan anlaşmaya göre eğer başarırsa dönüşte beyaz yelken açacaktır. Babası resimdeki bu tepede beklemeye başlar, Oğul canavarı öldürür ama yelkeni değiştirmeyi unutur ve kara yelkenle memlekete doğru gelirken baba kara yelkeni görür ve kendini yardan aşağı bırakır. İşte Ege denizinin adı Kral Aigeus dan gelir. Hüzünlü bir hikaye.

 
 Pire Limanını sanırım duymuşsunuzdur. İzmir'e ne kadar da benziyor burası. Diyamandi'nin (O da Büyükadalı) şoförlüğünde Pire'yi gezdik. Kordon boyunda kısa bir yürüyüş sonrası biz diyelim Türk kahvesi, onlar - dediysem arkadaşlarım değil Yunanlılar - desinler yunan kahvesi eşliğinde sohbet ve günün ışıklarının eğilmesini seyrettik. Akşam üzeri güneşi güzel fotoğraf veriyor hani.





 
 Akropol ziyaretini heyecanla bekliyorum, bizde yerinde yeller esen "Bergama tapınağı neye benziyor"u hayal edebilirim. Büyük bir hayal kırıklığı oldu bana. Bütün heykeller, evet bildiniz, British Museum de ya da Berlin'de. Ne acı. O günün güzel tarafı gün yüzünü gösterdi. Biz Akropolden dönerken, akşam ayazını göze almış guruplar gün batımı için çıkıyorlardı.

 

 
Akropol müzesi birazcık yüreğime su serpti serpmesine ya, yine de elde var hayal kırıklığı.

Akropol'den aşağı bakarken geniş bir alanda yeşillikler içinde sütunların olduğu meydan dikkat çekiciydi. Akşam İrini'ye sordum, orası eski pazar yeri fakat demokrasi meydanı deniliyor çünkü herkes orada toplandığı sırada politika yapıyormuş. Dikkatli bakarsanız büyük bir kapı kalıntılarını görebilirsiniz. Burası antik Atina şehrinin giriş kapısı, bu alanın yakınında Atina'nın en geniş caddesi yer alıyor. Daha sonraki günlerde bu caddeden geçerken surları gördük. Antik dönemde her dört yılda bir olimpiyatlara giden sporcuları karşılarken bu surlar yıkılırmış. Sebebi de sizler varsınız artık bizim surlarla korunmaya ihtiyacımız yok manasına. Sembolik bir saygı ifadesi.

 
Tramvayla eve dönerken Hasan "bir noktada herkes haç çıkartıyorlar gördün mü?" dedi. O gün değil ama sonraları gördüm, o kişi için kutsal olan ya da belli başlı büyük kiliselerden geçerken genç/yaşlı herkes istavroz çıkartıyor. Dindar bir toplum yani. Kiliselerde herkes ikonaları öpüyor. Genç yaşlı çoluk çocuk.



 
 Bir akşam Psiri'de tavernada (tavernanın tam karşılığı restoran demekmiş), bir akşam İtalyan restoranında, bir akşam da adını söylemeden geçemeyeceğim Eliniko deniz ürünleri restoranında yemek yedik (özellikle Eliniko ya bayıldım tarz olarak). Bir akşam arkadaş sohbeti için kafe buluşması. Daha ne olsun değil mi?


 

6 ocak İsa'nın vaftiz edildiği günmüş. O gün kiliseye gittik, içerde ilahiler söylenirken dışarda tören hazırlığı tamam. Çoluk çocuk orada. Bir bayram havası. Kortej eşliğinde Haç deniz kenarına götürülüyor ve Haç denize atılıyor (Bu tören denize kıyısı olan bütün kiliselerde yapılırmış). Haç'ı çıkarmak için denize giriliyor / biz televizyonda yalnızca erkekleri görürdük ama orada aralarında kadınlar da vardı. Denizden Haç çıkartılıyor, denize girenler tek tek haçı öpüp papaza veriyor. Böylece dünyadaki bütün denizler ve sular kutsanmış oluyor.
 



 
 7 Ocak, bütün Yani'lerin isim günü. Rumların inancında eğer çocuğa bir azizin adını verirsen doğum günü haricinde o azizin öldüğü gün olan isim gününü de kutluyorsun. Aynı doğum günü kutlaması gibi yani iki doğum günü kutlanmış oluyor. İrinin oğlunun isim günü de  7 ocaktı.
 
Bu seyahatten yukarda aktarmadığımın dışında kalan notlar:

Akropol'ün üzerinden hiç kuş uçmazmış. Nedenini hala kimse bilmiyormuş.
 
Ulaşımda hiç kontrol yok. Glifada'dan her yere ulaşım kolay.
 
Atina'nın her yerinden denize girebilirsiniz.


 Şehirde çok fazla grafiti var.
 


 
Sokak kahvelerine bayıldım. Hele dantelli masalara ve boyalı ahşaplara imrendim
 




 
 Restoran ve kafelerde hiç plastik yok


 
  Sokaklarda her yerde turunç ve zeytin ağaçları var

 
Şehir merkezinde 5 kat üzerine iki ya da üç kata izin var, ancaaaak! daraltarak kat yapabilirsiniz, çünkü hava akımına engel olmanıza izin verilmez
 
 
 
Binaların dışına eklenti yapamazsınız, hatta apartmanınızda tente rengi bile aynı olmak zorunda.
 
Alışveriş merkezlerinden hoşlanmıyor Yunanlılar, onun yerine caddelerde dolaşmayı tercih ediyorlar, ve insanlar hep sokakta ya da kafede ve ya tavernalarda.
 

 
 Hafta da üç gün siestaları var, resmi daireler bile öğleden akşam üzerine kadar kapalı, sonra açılıp akşam yediye kadar çalışıyorlar.
 
Orada da sokak hayvanları var.
 
Peçete gibi bir çok ortak kelime var. Siz Türkçe konuşurken sizin konuşmalarınızı anlayan ama konuşamayan birilerine, ya da size Türkçe cevap verecek birilerine her an rastlayabilirsiniz.
10  gün boyunca bir çok kelime öğrendim. Artık karşı kıyıdan gelen komşulara Kalimera, Kalispera, yasu, yases, naysikala ya da naystikala diyebileceğim. Karşılıklı kadeh tokuştururken de onlar şerefe derken ben yamas diyeceğim.
 
 "Kalihronya / Çok Senelere"