"Ayinesi iştir kişinin / Lafa bakılmaz"


Marmaristen Datça'ya doğru yol aldığınızda,
Datça'ya 20 km tabelası ile Emecik Köyünün
giriş tabelasını görebilirsiniz.
Emeklilik zamanlarımı İstanbul dışında Kuzey Ege'de
Edremit körfezinde memleketim olan küçük bir köyde
geçirmeyi planlarken; hayat, Egenin en güneyine, ilk
cümlede tarifini verdiğim bu köye getirdi beni.
2007 Kasımdan beri yaşadığım bu köyde, köydeki hayatımla
ilgili tecrübelerimi/gözlemlerimi ve kaybolmaya yüz tutmuş
bilgileri zaman buldukça paylaşacağım.
Umarım zamana iyi bir tanıklık ederim.

Ve zaman değişti. Yol kasım 2014 de Emecik'ten Datça'nın içine düştü. Artık Hayat DATÇA'nın içinden akacak..

10 Mayıs 2025 Cumartesi

TARİFSİZ ÜLKE İRAN

Uzuuuuun bir aradan sonra Merhaba. O uzuuun araya neler neler girmedi ki. Acısıyla tatlısıyla.. Hayat gb. Zaten yaşanılanda hayattı. Çok şükür ki, bugün varım ve buradayım. Çocukluk hayallerimin başında okumak, yazmak ve gezmek gelir. Dünyayı tanımak. Dünya dediğimiz, gözümüzü açtığımızda bilmeye tanımaya başladığımız bu diyar çağırmıştır bizi ve bizde bu davete icabet ederiz. İşte bu davetlerle yol aldım hayatımda ben de. Bazen bir insan evladı çağırır, bazen bir orman çağırır, bir tohum çağırır, bir şehir, bir ülke çağırır, bazen de duygular, kokular, tatlar çağırır beni. Ve alırım o çağrıyı, giderim, davete icabet ederim. Bazen nereye gittiğimi bilmem, tanımam, araştırıp sormam ve kendime sormuşluğum da vardır, nereye gidiyorsun ? diye, içimden gelen sese kulak veririm, derse ki ayakların götürüyorsa git diye, yürürüm o yolu. 

İşte İran da bir kaç yıldır davet gönderiyordu bana, hadi artık gel diye. Gidecektim gitmesine de hiç bir meyve olgunlaşmadan dalından düşmez misali, "hadi"nin geldiği o an ve "Hadi"yle benim cevabımın öpüştüğü anda oldu yola çıkışım. 

Gittiğim coğrafyaya hazırlık yaparak gittiklerim de oldu,  hazırlıksız yaptığım seyahatlerim de. Bu kez neredeyse hiç hazırlık yapmadım. Kadim topraklara gidiyordum. Ve Zafer Bozkaya gibi bir seyyahla yol alacaktım, hazırlığa ne hacet vardı ki.  Zafer beyin yazdığı İran gezi rehberini meğerse ben edinmişim daha önce, seyahat sonrası kitaplığımı yeniden düzenlerken geçti elime. Hazırlık yapayım diye almışım ama hayat bana öyle büyük değişikliklerle gelmişti ki o ara okumaya fırsatım olmamıştı. Neyse, bu küçük parantez sonrası devam edelim anlatmaya.  Gezi rehberini uçakta açtım açmasına da  yanımızda oturan iki İranlı genç adamla öyle sohbetler yaptık ki, Tahran a nasıl geldik anlamadım, ve ben yine kitabı okuyamadım. 

Size Tahrandan Gülistan ve Sadabat saraylarını,  gittiğimiz müzeleri, dolaştığımız parkları, sokakları, tabiat köprüsünü, pazar yerlerini, çayhanelerini, yediklerimizi içtiklerimizi anlatmayacağım. Sevgili Zafer Bozkaya İran Gezi Rehberi kitabında öyle güzel anlatmış ki, eline al kendi ülkendeymiş gibi dolaşırsın İranı bu kitapla.  O yüzden ben, bende kalan İran ı anlatacağım size . 

Tahran, kalabalıkların ve karmaşanın şehri bence bütün büyük şehirler gibi gri . Tabi ki kendine has mimarisi var. Ama o karmaşa ve kalabalık bana biraz  İzmir'i,  eskiden keyifle dolaştığım İstanbul Eminönü'nü hatırlattı. Çok çarpılmadım ilk başta, ta ki ilk İran'ın ilk sihriyle karşılaşana dek. 

Tarihi binaların müzelerin arasında dolaşırken bir çay molası verdik Nadiri Otelin Cafesinde. İran'ın sanatçılarının buluşma yeriymiş. Benim için o kadar heyecan uyandıran bir mekan ki, düşünsenize bir ülkenin sanatına imza atmış herkes bir ara sizin ayak bastığınız o mekana geliyor, belki bizim oturduğumuz bu masaya oturuyor, onlar da belki benim dolaştığım gibi o mekanda dolaşıp görünmez bir iz bırakıyor, aynı hava mı bu soluduğumuz? bilinmez, ama ben de oradaydım demenin hazzı var bende. Mekanın duvarlarında minyatürler, Firdevs'inin şahnamesinden hikayeler, sanatçıların portre fotoğrafları duvarlarda. Üzerinde kitapların olduğu bir masa var ilerde, otomatik olarak çekiliyorum o masaya. Kitapların üzerinde dolaştırıyorum elimi. Hep dokunurum kitaplara, o yüzden sevmem dijital kitap okumayı. Ben elime aldığım kitabı severim. Orada yazardan akıp gelmiş kelimelerin dışında bana ulaşan başka bir ruh olduğunu düşünürüm. Elime bir kitap alıyorum ve açıyorum ..karşıma meslektaşlarımın fotoğrafı çıkıyor ve çocuk sevinciyle benden çıkan bir sesi duyuyor kulaklarım,  "aaa, burada da buldum meslektaşlarımı". Evet karşımda beyaz elbiseli, kırmızı şeritli kepleriyle meslektaşlarım bir anı fotoğrafı bırakmış sayfalara, gelip benim onları bulmam için. Yazıları anlamıyorum doğal olarak çünkü farsça ve arapça harflerle yazılmış. Hemen yanında başka bir kitap dikkatimi çekiyor, Furuğ'un fotoğrafına benziyor. Furuğ olmalı, "yaralarım aşkantır". Ama o da farsça. İki kitabı bırakıp masaya geliyorum. Yol arkadaşlarım çaylarını yudumlamaya başlamış. Ben eski bir dostla karşılaşmanın heyecanı içinde bu karşılaşmayı anlatıyorum. Ve yolda edindiğim sevgili kız kardeşim Döndü diyor ki, "fotoğrafını çeksene, anı olur". Döndü'ye buradan teşekkür ederim, ben bu tür anıları kayıt etmek yerine aklımın içine kayıt ederdim. Ama bu kez anladım ki somut hale getirdiğinde kayıt daha güçlü oluyor. Bu da İran'dan bana gelen ikinci hediye oldu. 

Fotoğraf çekmek için masaya gittiğimizde, selamlaştığım iki İranlı zarif hanımla buluşuyoruz masa başında ve onlardan öğreniyorum ki elime aldığım kitap İran'daki Hemşirelik tarihini anlatan bir kitapmış. Ve evet yanında ki de Furuğ un kitabıymış. 




Tahran'dan aklımda kalacak ikinci anı ise Azeri çayhanesindeki müzikli akşam. Adının Azeri çayhanesi olduğuna bakmayın, İran müziğinden örnekler dinleyebileceğiz canlı müziğin  olduğu bir mekan. E tabi burada da Firdevs'inin Şahnamesinden Minyatürlerin olduğu tablolar var ve İran'a ait objlerin olduğu müzemsi bir mekan burası. Yemeklerimiz servis edilirken sahnede iki sanatçı santur ve bendir çalıyor. Bendire İran'da def diyorlar sanırım. 

Yıllar önce Bakırköy'de bir barda Dodan ı tanımazken ve O da, bu kadar çok tanınır olmazdan önce ilk kez dinlemeye başladığımda da benzer duyguları yaşamıştım. "Çokk iyi yaa !". Onları değerlendirmek haddim değil elbet ama iç dünyamdaki tınlaması bu şekilde işte. ritim giderek yükselip bendirin üzerinde hareket eden  parmaklar görünmez olunca, yanımda artık bu dünyada olmayan çok sevgili hayat arkadaşımın narasını duydum. "yaşa! varol!" diye bağırıyordu, elimde olmadan gözyaşlarım yanaklarımdan süzüldü, süzüldü, süzüldü. Bendirin yükselen ritmi içimi soğuttu mu, yoksa içimi harladı mı bilinmez. Göz yaşlarım süzüldü, süzüldü. Yüzyıllardır sevda masallarının anlatıldığı bu diyarda, sevdasını sevdalısını ummana yeni bırakmış bir kadın, zikir yapar gibi çalınan bendirin sesiyle ne yapabilirdi ki. Gözlerimden akan yaşlar içimi söndürdü mü bilmiyorum. Söner mi bilmiyorum. Ama duyduğuma göre küllenirmiş. Zaman her şeyin ilacıymış. Dünya dediğimiz bu diyardan ne sevdalar geçmiş. Bu kadar gözyaşı yeter diyorum kendime, hayata dön, yola devam, yolda ne yolcularla karşılaşacaksın, ama o lezzetli yemek boğazıma diziliyor. Ve orada anlıyorum ki bu topraklara bir kez daha geleceğim. Ve ben o bendiri bir kez daha dinleyeceğim. 

Keşke buraya videosunu koyabilsem.  Ama siz iyi bir bendir ustasının müziğini koyun şimdi dinleyin burada ki benim hislerime yoldaşlık edin. 

Şiraz'a doğru yola çıkarken hava limanında yemek seçimimize yardımcı olan İranlı şirin genç hanımdan bahsedeyim biraz. Türkçeyi çok iyi konuşuyor. İsmi Aypara, yani Aypare.  Türkiye'yi ve Türkleri çok seviyor O da bir çok İranlı gibi. Öyle saygılı ki, yardımcı olmak için öyle çabalıyor ki. Biraz sohbet ediyoruz. Aslında Tahran'lı değilmiş. Ailesi evlendirmek isteyince evden kaçıyor, ve Tahran'a geliyor ve iş buluyor, ve kendine bir hayat kuruyor. Evet İran'da ki kadınlar bildiğiniz gibi değil. Çok güçlüler. Yukarıda bahsettiğim Tabiat köprüsünü yapan mimar da bir kadın, ismi Leyla, ve üstelik uluslararası ödüle layık görülmüş. Google amcaya sorarsanız o size anlatır detayları. Biz dönelim havalimanına Aypara'dan aldığım sinyal şu oldu "sarıl bana". Sarılmak ister misin dedim. Gözümün içine öyle bir baktı ve kafasını evet anlamında öyle bir salladı ki, kocaman açtım kollarımı gel dedim. Sıkıca sarıldı, başını omuzuma koydu ve içini çeke çeke ağlamaya başladı. Türk kızı Aypare. Sanki yıllardır görmediği bir yakınına kavuşmanın duygusuyla  sarılıyor bana, sarsılıyor bedeni. Seni de unutmayacağım, zaten kontaktayız. Ona diyorum ki, ben bilirim yalnız kadın olarak yaşamanın ne manaya geldiğini... başka da bir şey demiyorum ama ben bilirim ailenin hadi evlen, evlendirelim seni diye yaptığı baskılara karşı durmanın, ve kendi yolunu seçmenin ne demek olduğunu. İşte böyle duygularla uçuyoruz Şiraz'a. 

Şiraz bizi portakal çiçeği kokusu ve Akasya çiçeği kokusuyla karşılıyor. İki koku birbirine karışınca seçmesi de zor oluyor. Bu seyahatte edindiğim ikinci kız kardeş Esin, adı gibi, yüzüne bakınca sıcacık duygular yaratıyor sende. Benim gibi doğayla barışık. Keşfe açık. Hadi me hadisiyle karşılık veren kadın, Tohum peşine düşüşümüzü, sessizlik kulesine  yalnızca ikimizin  çıkışını ve o pencere muhabbetini unutmayacağım. 

Şirazın gece pazarını, kale etrafındaki eğlenceyi, dondurmasındaki ağzıma gelen süt kaymağının buzlu tadını, sokak müzisyenlerini, ışığın renkli vitraylardan içeri süzülmesini kayda almak için yaşanan çekişmelerin detayına girmeyeceğim. Persopolis i anlatmayacağım, Ama Sadi Şirazinin ve Hafız Şirazi türbesini anlatmadan da geçemeyeceğim. 

Sadi Şirazi dünyayı dolaşmış, Hafız Şirazi ise hiç Şiraz'dan çıkmamış iki şair. İkisi de o topraklarda doğup ölmüş büyük şairler. İranlılar şairlerine o kadar değer veriyorlar ki, türbeleri geniş alanlar üzerinde. Güller, şebboylar, aslanağızları, ağaçlarla süslenmiş türbeleri geniş alanlar içinde, kafeler, kitaplar, hediyelik eşya satan dükkanlar var, yaşatıyorlar mekanlarıyla, şiirleriyle, şarkılarıyla şairlerini, kalabalık ki nasıl kalabalık. İranlılar seviyor şairlerini, mezarları başında şiirler okuyorlar, bestelenmiş şiirleri dünyaca ünlü şarkıcıları tarafından dinletiliyor mekanlarda. Okul çocukları turlarla geliyorlar. 
Ve tabi ki ben de okudum Sadi'nin türbesinde Sadi'den şiir. Okumasaydım eksik kalırdı. Sadi Şirazi'nin Türbesinde ab ambarda (su ambarı) serinlerken akustiğin yardımıyla türkçeye çevrilmiş gazellerinden okudum, okudum okumasına da yüreğim kuş gibi çırpınıyor kafesinde. Buna bir şahit gerek, çünkü tek başıma taşıyamam bu duyguyu, Sevgili kızkardeşim Esine koy elini yüreğime diyorum. Elini koyduğunda anlıyor. O en iyi bilenlerdendir çocuk heyecanını, çünkü o bir öğretmen. 

Ve sonra Hafız ı ziyaret ediyoruz, öğreniyorum ki, İranlılar Hafız'ın divanını başları sıkışınca danışılacak kitap olarak kullanıyorlar, ve hafız onlara yol gösteriyor. Ve Seyahatimde tanıştığım sevgili Hakanla  kitapçının yolunu tutuyoruz. Olsun varsın, anlamasak da yazdıklarını biz Hafız'ın divanını alıp geleceğiz İran'dan. Hem Sadi Şirazi'nin hem de Hafız Şirazi'nin kitaplarını alıyoruz. Tabi ki farsça. Ama olsun varsın kitapların içinde minyatürler var. Hele Hafızın divanını açınca içinden gelen gül kokusu yok mu, bana Şirazı hatırlatacak hep.

Hafızın türbesinin dışında falınıza baktırabilirsiniz. Muhabbet kuşları size hafızdan beyitler çekiyor.  Tabi ki çektirdim. Niyet tutmadım, söyle hafız halim nicedir diye sordum, ve hafız da söyledi. Çeviriyi hep beraber otelin lobisindeki Paşa bize söylerken hepimizde "yok artık bu kadar olur" sözleri yankılanıyordu.

Hafızdan aldığım hediyemle Yezd e yolculuk başladı. Şehirler arası otobüsle çölden geçerek ulaştık. Çok güzel bir otelde kaldık. Yezd'in labirtentleri, sessizlik kuleleri, sönmeyen ateş, abambarlar, kanat dedikleri su taşıma sistemleri, evet suyun müzesini de gezdik, çöldeki sıcaklığı serinleten bagdir denilen rüzgar tuzaklarını da gördük. Yabancılara selam vermek için heyecanlanan gençleri de . Sevgili kız kardeşim Döndü ile ile dolaşırken labirentte bize coşku ile sarılan hoş gelmişsiniz diyen gençlerle de selamlaştık. 


Ve gönlümün sultanı İsfehan. Gezdiğin şehirlerden hangisi başa tutturulur derseniz İsfehan derim. Beni benden alan şehir, nefesimi kesen şehir. Bana kayıp parçalarımı veren şehir. 
Nakş ı Cihan meydanı... nasıl da büyüleyici. Son gün üç saat aynı noktada kıpırdamadan oturup seyrettiğim meydan. Çarşılarında dededen oğula İranı nakşeden ustalar. Halılar, kilimler, tatlılar, gümüşler, altınlar, bakırlar, çiniler, mineler, baharatlar, ve tabiki insanlar, insan hikayeleri. Nakşı Cihan meydanındaki Şeyh Lütfullah cami ve turkuazın şahlanmış hali. İstanbul'daki Sultan Ahmet cami mi yoksa şeyh Lütfullah cami mi mavi derseniz, açık ara Şeyh Lütfullah cami derim . Turkuazlar, gül desenleri beni benden aldı. Yok o duyguları anlatamam ancak yaşanır. Yazının sonunda ki şiirsel bir deneme belki duygularıma kılavuzluk eder.



Size son bir mekandan daha bahsetmeliyim. Cuma cami, ilk yapının bir zerdüşt tapınağı olduğu ileri sürülüyormuş. Tarih boyunca gelen bütün inançlar üst üste binayı genişleterek ilavelerle bugün ki haline getirdikleri bir kompleks yapmışlar. Nizamı Mülk'ün yaptırdığı kubbe sadece tuğladan, renkli değil ama nefes kesici. İsfahan iki kez nefesimi kesti birisi meydanı, diğeri bu kubbe. Ve bu kubbenin altında bir parçamı buldum, onu sevgiyle kabul ettim. Kayıp parçamı yerine yerleştirdim. Almam gerekeni alıp vermem gerekeni iade ettim. İçimdeki bütünlenme duygusu gözyaşlarımda ifade buldu. Başım dönüyor. mest içindeyim. Büyük bir aşkınlık duygusu hakim her bir hücremde. Ve bu duyguyu hep tutacağım. aldım yüreğimin en derin köşesine koydum İsfahan'dan gelen bu hediyeyi. Ve onu orada sonsuza dek saklayacağım. 

Kanıma Girdin İran

yüzlerce kelime dizdim yan yana duygularımı anlatsın diye, ama anlatamadım
hani demiş ya şair "kelimelerin bu kadar kifayetsiz olduğunu bilmezdim" diye
işte öyle bir şey 

Kanıma girdin İran 
alev alev akıyorsun içimde, yüzyılların sönmeyen ateşimi tutuşturan kanımı
yoksa insanlarının samimi gülümseyişi mi
başımı döndüren şebboylarının, portakal çiçeklerinin, akasyalarının kokusu mu
yoksa duvarlarına nakşettiğin pembe güller mi

kanıma girdin İran alev alev akıyorsun bende
cennet bahçelerinin yeryüzüne indirilmiş hali İsfahan mı heyecanlandıran beni 
yoksa Sadi Şiraz'inin mezarında şiirle dua edişim mi
nefesimi kesen meydanların, dilimi lal eden turkuazın, kadim binaların içindeki nefessiz halim. 
halılarına aktarılmış hikayelerden sihirli anlar, damağımda kalmış baharat tadı ve şirineler 
ruhumda tozlu binalarının tozlarının izi
senden İpekler, halılar, baharatlar yerine ruhumda ipek gibi duygular götürüyorum memleketime

sana gelmeden önce bilmezdim bu kadar büyülenebileceğimi
elimdeki şahmaranın benim kabuğumu değiştirebileceğini bilmezdim 
altının gücünü bilirdim de bakırın bu kadar maharetli olduğunu bilmezdim

kırık aynalarla yaratılmış şaheserler cenneti İran 
başımın üzerinde sihirli bir Hurşit parlıyor
kırık ayna parçalarında parçalanmış aksim yansıyor
Gülmeyi unutmuş yüz kaslarım ağrıyor

parçalarımla buluşmanın hafifliği üzerime hal oluyor

Ben seni böyle bilmezdim İran 
sendeki renklerin bende olduğunu, bendeki renklerin senin olduğunu bilmezdim 

tohumu ekip büyütebileceğimi bilirdim de 
bulutların arkasına saklanmış Hurşite söz geçirebileceğimizi bilmezdim. 
bir insanın aşktan kelebekler gibi uçmasını bilirdim de, bir toz zerresinin ışığa yükselişi gibi  uçabileceğimi bilmezdim

tarih boyu yaşanan acıların, anılardaki tatların, gelip geçen hayatların, tarihin muhafızlarının ve  zarafetin koruyucularının hala oralarda ne kadar çok emek sarf ettiğini bilmezdim. 

Aşukla Maşuğun buluşmasının ne manaya geldiğini,
seyyahla keşfedilen toprakların buluşmasının güzelliğini 
tarihin içinden çıkıp gelmiş tarihi anlatan minyatürlerinin başımı döndüreceğini bilmezdim. 

halılara, minyatürlere, gümüşlere, duvarlara, kemiklere, ahşaba, kağıda işlenmiş hikayelerin kaldı bende
Kanıma girdin İran ben seni böyle bilmezdim, ben beni böyle bilmezdim. 
gözümden akan yaş neden akar şimdi bilmezem. 



İran'daki bütün güzel insanlara ve bu seyahatte bana yoldaşlık herkese teşekkürlerimle.